YABAN HAYATININ YOKEDİLEN YAŞAM ALANLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YABAN HAYATININ YOKEDİLEN YAŞAM ALANLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yarasaların Öcü





Yuva canlılar için önemlidir. Yaşama eyleminin başladığı, gerektiğinde sığınıldığı, üreme işlevinin yerine getirildiği, türün sürekliliğinin sağlandığı yataktır. Yuva canlı varlıkların var oldukları ilk çevredir.

İnsanlığın toplumsal deyişlerinde, her dilde, “yuva bozmak” olumsuz bir davranış olarak kabul edilir, hatta lanetlenir.


Balıkesir ilinde, Kaz Dağı ile Madra Dağı arasında kalan vadiye uzanan Havran Ovası, aslında zeytin ağaçlarının yuvasıdır. Bu yörede her yan zeytin bahçeleriyle kaplıdır. İnsanların çoğu karınlarını zeytincilikle doyurur. Sofralık zeytini de, zeytinyağı da nitelikte eşsizdir.

Antik çağlarda, kokulu üzümleriyle Pergamon kraliçelerine ürün sunan bu bereketli topraklar, Edremit Ovası’yla birlikte Thebe Ovası olarak da anılırdı.

Zeytin ağaçları mayıs sonu haziran başında çiçek açar. Sarı beyaz çiçekler rüzgarla, arılarla, böceklerle, diğer uçucularla döllenir, meyveye yatar. İyi rüzgar varsa, uçan canlılar polenleri ağaçlar arasında iyi taşırsa o yıl ürün bol olur. Aksi, üretimde hüsrandır.

Büyük bilgin Albert Einstein bile; “Arılar yok olursa insanlık da birkaç yıl içinde yok olur!”, demiyor mu?

Son yıllarda Havran yöresinde arazilerin sulanması için küçük bir baraj yapılır. Amaç, yaklaşık 3 bin 500 hektar alanı sulamak, aynı zamanda taşkınları önlemektir. 72 milyon TL harcanarak gerçekleştirilen bu yatırım bölgede sevinçle karşılanır. Üretim artacak, teknik kolaylaşacaktır. Beklenti budur.

Ancak bir sorun vardır! Barajın yapıldığı, bir yanı kayalık alanda, yarasa yuvaları bulunur.

Yarasalar büyük mağaralarda barınırlar. Yöre onların doğal yaşama ortamıdır. Belki de yüzbinlerce yıldır orada yaşamaktadırlar. Çevrenin bir parçasıdırlar.

Yarasa ilginç bir varlıktır. Uçabilen tek memeli hayvandır. Kanatları deridir. Küçücük gözleriyle de görebilir ama genellikle kanatlarını çırparken çıkardığı yüksek frekanslı seslerin bir cisme çarpıp yansımasıyla çevrelerindeki varlıkları, avları algılar.

Ses dalgalarına duyarlıdır. Canlı radar gibidir! İnsan kulağı, frekansı en çok 20 bin olan sesleri duyarken, yarasa frekansı 200 bin olan sesleri rahatlıkla duyabilir.

Böceklerle, sineklerle, meyvelerle beslenir. Yuvalarında, baş aşağı durarak uzun kış uykularına yatar.

Bilimsel adı Myortis Emerginatus olan Havran’ın yarasaları çevrede insanlardan saygı görmektedir. Çünkü onlar, kendi beslenmeleri için zeytin çiçeklerine zarar veren sinekleri, tırtılları yemekte, çiçeklerin döllenmesine yardımcı olmaktadır. Bu da çiftçiler için iyi bir şeydir.

Bu nedenle, Havran barajında su tutulmadan önce, çevre koruma bilincinin yükselmesi, bölge insanlarının ısrarıyla, yuvaları suya gömülecek yarasaları korumak için yetkililer tarafından yapay mağaralar yapılır.

Gel gör ki, evdeki hesap çarşıya uymaz!

Baraj suyla dolup, İnboğazı denen yerdeki mağaralar göl altında kalınca, yarasalar ortadan kaybolur. Yuvaları bozulmuştur.

Sonradan yapılan sığınaklara göç etmeleri, taşınmaları umulur ama sağda solda rastlanan yarasa ölülerinden başka yarasa çevrede görülmez. Yapay mağaralar boştur.

Yapay yuvalara değil, hala gerçek yuvalarını aramaktadır belki kayıp yarasalar!

Yörede sesler yükselmeye başlar. “Sayıları 20 bin olarak tahmin edilen yarasa nüfusunun nereye gittiği, ne olduğu sorulur.”

Bu arada, bölge ekonomisinin can damarı olan zeytin, zeytinyağı üretiminde 2009 yılı bol ürün beklenen bir yıldır. Havalar uygun gitmiş, toprak bol yağış almıştır. Ağaçlar çiçeklerle doludur. Ve çiçekler meyve tutar. Zeytin üreticisi için en önemli tarımsal mücadele, zeytin sineği denen zararlıya karşı yapılan mücadeledir.

Zeytin tanesini zedeleyen bu sinek, tanelerin yere düşmesine, çürümesine, dolayısıyla zeytinyağı kalitesinin azalmasına, az ürün elde edilmesine yol açar.

Çiftçi bu zararlıyla değişik yöntemlerle mücadele eder ama, kimilerine göre, aslında bu sinekleri doğal olarak yok eden yarasalardır. Bilim adamlarına göre günde 2 bin-2 bin 500, 100-250 kg sinek yerler. Doğal besin zinciri, doğanın kendi dengesini kurmasında en önemli etkendir.

İddialara göre, baraj yapımıyla üretim artışı beklenirken tam aksi görülmüş, yarasaların yok olmasıyla ürün kaybı artmıştır. 2009 yılı üretiminin düşük olmasının nedenlerinden biri olarak yarasaların yuvalarının bozulması kabul edilir.

Biliniyor ki, içinde yaşadağımız doğa binlerce yıllık doğal oluşumun sonucudur.

Çevreye, iyi düşünülmeden, iyi araştırılıp değerlendirilmeden, yalnızca ekonomik kaygılarla ve güncel ihtiyaçları karşılama güdüsüyle yapılan müdahaleler hiç beklenmeyen olumsuzluklarla karşılaşılmasına neden olabiliyor.

Doğanın dengesiyle oynanması yalnız diğer canlıları değil, insanların varlığını da tehdit ediyor.

İnsanlık yalnızca yılanların, yarasaların değil, tüm doğanın öcünden çekinmelidir.

Bunun tek yolu doğaya ve çevreye saygıdır.

BİZİMBAHÇE


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Işığı Tanımamış memeli .... (yarasasızlaşmak)

Dupnisa Mağarası, yarasalar için büyük önem taşıyor.Küçük fare kulaklı yarasa, mağaranın sakinlerinden..
M. OKTAR GÜLOĞLU


Buğday Derneği 'nden Güneşin Aydemir , yarasaları, yere inememiş, ışığı tanıyamamış bu memelilerin hassas dünyasını anlatıyor:


Çatısı henüz kapanmamış küçük bir ahşap kulübe yapıyorduk. Üstünü de güneşin yakıcı alevinden korunmak için geçici olarak kıl bir yaygı ile örtmüştük. Gün akşama dönünce yaygıyı kaldırdı Victor, daha doğrusu savurdu şöyle bir. Hayal misali bir yaratık uçuverdi, uçuverdi, geldi Victor'un bacağına tutundu. İncecik parmaklarıyla bir çocuk gibi sımsıkı sarılmıştı. O kadar narin ve sevimliydi ki hareketsiz duruyordu Victor, ben de eğilmiş epey bir tezahüratta bulunmuştum. Gören Victor'un bacağını incelediğimi sanabilirdi, nereden bilecekti ki orada küçük bir yarasa var ve ona bakıyorum...


Kanatları yumuşacık, kadife gibiydi. Kafası ufacıktı ve yan duruyordu. Elleri, parmakları ve tırnakları çok belirgindi. Gecenin yaratığı olduğu her halinden belliydi. Yavru bir canlıydı. Belki de orijinal büyüklüğü ve ifadesi böyleydi, aslında yetişkin bir yarasaydı. Ama tıpkı bir yavru gibiydi işte. Evrimin bir noktasında kalmış gibiydi. Yere inememiş, ışığı tanıyamamış bir memeliydi. Zeytinliğimizdeki zeytin sinekleriyle besleniyordu ve bu nedenle de onu ayrıca seviyorduk. İyi ki vardı ve iyi ki buradaydı. Sıkılmış olmalı ki, birden uçup gitti...

Dupnisa'nın Yarasaları


Yarasaların ilginç bir yaşamı vardı, bunu biliyordum. Doğal Hayatı Koruma Derneği'nde çalıştığım dönemde, 2001 yılı olabilir, tesadüfen sekreterin telefonda şu cümleleri söylediğini duydum.
'Evet ama beyefendi, biz yarasalarla ilgilenmiyoruz, yani kuş olsa neyse, uçuyor ama kuş değil ki...'
Kaynar su başımdan aşağıya boşaldı. Nasıl oluyor da ilgilenmiyoruz? Yarasalar ne zamandır doğal hayatın dışında sayılıyor ki biz onlarla ilgilenmiyoruz? Ona telefonu vermesini söyledim:


'Kusura bakmayın, buyurun sizi dinliyorum, sorun nedir?'

Karşımdaki ses biraz afalladı ama nihayet derdine derman olabilecek birine ulaştığı için de memnundu tabii.


'Ben Boğaziçi Üniversitesi'nin mağara araştırma grubundanım' diye söze başladı. 'Bizim sürekli gidip antrenman yaptığımız bir mağara var İğneada'da; Dupnisa Mağarası. Burada birçok yarasa yaşıyor ama mağarayı turizme açacaklarmış, o nedenle içinde inşaat yapıyorlar.'.


'Peki söyler misiniz, bu yarasalar hangi tür, sayıları ne kadar, nasıl bir turizm?'

Bir dedektif gibi soru soruyordum, o da cevaplıyordu.

'Bu, ender türden bir mağara. İçinde dere akıyor. Sulu ve kuru galerileri var, gerçekten tam bir doğa harikası. Yarasalar da sanırım iki türden ve çok sayıda, yani hocamız ‘Doğu Avrupa'nın en önemli mağarası' diyor.'
'Sizin hoca?'
'Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü'nden Andrezj Furman, kendisi yarasa uzmanıdır.'
'Tamam ben ilgileneceğim, sizi ararım' diyerek telefonu kapattım.
Önce Andrzej Furman ile görüştüm. Konu bir dilekçe ile yetkili mercilere bildirildi ve inşaatı durdurma ve bilirkişi ziyareti yapma kararı alındı. Sonra ben, Furman ve Kültür Bakanlığı yetkilileri birlikte mağaraya gittik. Mağarada on binlerce yarasa tavana yapışmış, aşağıya doğru sarkmıştı. Gerçi inşaat durmuştu ama bize mağarayı göstermek için bir jeneratör ışık yaktılar. O an Furman çıldırdı:
'Yarasalar şu anda kış uykusunda, metabolizmaları neredeyse durmuş vaziyette. Normal şartlar altında sürekli beslenmeleri gerekir, çok uzun zamandır beslenmeden bu şekilde uyuyorlar. Mağaradaki en ufak bir ısı-nem değişikliği onlara kış uykusu bitti mesajı verir ve kıpırdanmaya başlarlar.'


Nitekim kıpırdanmaya başlamışlardı bile. Furman bir sismograf gibi, az sonra olacak bir depremi haber veriyordu sanki.


'Kıpırdanınca da yere düşerler ve hiç enerjileri olmadığı için bir daha kalkamazlar, tekrar uyumaya devam edemezler, hepsi bir anda ölmeye başlar. Siz deli misiniz, ne yaptığınızın farkında mısınız?'


Sesi gittikçe sinirlendiğini gösteriyordu ve gerçekten de önümüze iki yarasa düşüverdi.

Ben gözlerime, kulaklarıma, etrafımda olanlara inanamıyordum. Üzerinde durduğum beton platforma da inanamıyordum. Üst mağara ile alt mağarayı birleştirmek için yapılan merdivene de, mağara boyunca döşenen aydınlatma elemanlarına da inanamıyordum. Hızla mağarayı terk ederken inşaat ekibinden biri, benim hayret ve tiksinti ile beton dökülmüş tabana baktığımı yakaladı ve bir açıklama yapma gereği duydu:
'Tabii efendim, şimdi bu yol böyle kalmayacak, yani bittiğinde taş döşenmiş olacak, siz de inanamayacaksınız, çok güzel olacak, doğal görünecek.' Ben zaten inanamadığımı, inanamamam için daha fazla şey yapmalarına da gerek olmadığını söyledim.
Ama o açıklama yapmaya istekliydi:

'Yani işte mağaranın taşlarından kullanacağız, aynen mağara gibi olacak.'


Bunları sırıtarak söylüyordu. Karşımdaki insanın gerçekten insan olup olmadığını merak ediyordum, yoksa az sonra elini çenesine götürecek ve yüzünün üzerindeki deriyi sıyırarak bana gerçek yüzünü mü gösterecekti? Yoksa vampir miydi? Bir yarasa vampiri. Evet, yarasa kanıyla beslenen bir vampir olabilirdi...


O ziyaretin sonucunda mağara doğal sit ilan edildi ama sonra sit derecesi düşürüldü diye hatırlıyorum.

Konuyu uluslararası platforma da taşıdım, yarasa uzmanlarıyla konuştum. Onlara raporları gönderdim, onlar da Bern Sözleşmesi sekreteryasında bir dosya açılması için lobi yapmaya karar verdi. Bunu Çevre Bakanlığı'na ilettim. Eğer bir dosya daha açılırsa çevre karnesine bir düşük not daha gelecekti. Zaten Caretta caretta'lar nedeniyle durumumuz parlak değildi. İşe yaradığını söyleyebilirim. Atlas'ta da bir yazı çıktı hatta o dönemde.

Dupnisa Mağarası'na epeydir gitmiyorum, uzun zaman oldu hatırını sormadım. Belki birlikte gideriz bir ara. Kim bilir?

İşte yarasaların öyküsü budur bendeki.

Yazı: Güneşin Aydemir / Atlas Şubat 2010, Sayı 203


Yeşil Atlas


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Bu çalışma yarasalar için


Türkiye'deki yarasaların sayısı, dağılımı ve tehditlerin araştırılması için Türkiye'deki Önemli Yarasa Mağaralarının Belirlenip Koruma Altına Alınması adlı çalışma başladı




İnternet üzerinden yarasa ihbarlarının toplandığı bu çalışmaya yaşadığı bölgede yarasa olan herkesin katılması bekleniyor.
Proje ekibi çalışmayı şöyle tanımlıyor:

-Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen 2011 Yarasa Yılında, doğa koruma odaklı çalışan sivil toplum kuruluşları, bilim insanlarını, yöre halkını ve meraklıları biraraya getirip Türkiye'deki yarasaları ve yaşam alanlarını tehdit eden unsurlar hakkında bilgilendirmek, aynı zamanda bilimsel araştırmalarımıza yön verebilmesi adına, Türkiye çapındaki yarasa yuvaları/kolonileri hakkında da onlardan bilgi almak. Böylece, bilimsel araştırmalar sonunda, Anadolu topraklarında yaşayan yarasa türlerine ve popülasyon büyüklüklerine dair bilimsel verileri toplayarak yarasalara ve habitatlarına yönelik yasal koruma statüleri edinebilmek."

Türkiye'de yaşayan yarasa türleri ve bu türlerin bulundukları habitatlar Bern Anlaşması uyarınca yasal olarak koruma altına alınmıştır. Ancak yarasaların hangi mağaralarda yaşadıklarının bilinmemesinden ötürü pratik olarak bir koruma yapılamamaktadır. Öte yandan Türkiye'de birçok mağara habitatı turizm, definecilik, barajlar ve taş ocakları gibi birçok etmenden ötürü tehdit altındadır.

Yarasalar Hakkında

Yarasalar, 1100 farklı türe sahiptir ve memeliler arasında en büyük çeşitliliğe sahip gruplardan biridir (tüm memeli türlerinin yaklaşık %20’si).
Yarasaların büyük çoğunluğu mağaralarda ya da ağaçlarda yaşar.

Yarasalar gündüz uyuyan ve gece avlanan canlılardır.

Bazı yarasa türleri kış uykusuna yatarlar. Kış uykusu süresince yarasaların vücut ısıları düşer. Kış uykusuna yatan yarasalar bazen tek başlarına, bazen de ısı kaybını azaltmak için koloniler halinde bir arada bulunabilirler. Yarasa kolonileri farklı türlerden binlerce yarasa barındırabilir.

Yarasaların büyük bölümü (%70’i) böceklerle, geri kalanların çoğu da meyveyle beslenirler. Tek bir mağarada yaşayan yarasa kolonisi, gece boyunca tonlarca sivrisinek, güve ve benzeri böceği yiyerek bu canlıların popülasyonunun kontrolünde önemli bir rol üstlenirler.



İLGİLİ DİĞER YAZILAR :

Edremit Körfezinde Yarasa katliamı

Yarasalar Direniyor . baraj faaliyete geçemiyor


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Edremit Körfezi’nde Yarasa Katliamı


( Oldukça eski  , ama  bu  yılın  Yarasa Yılı  olması nedeniyle , ilginç bir haber...
İzleyin: )

Çevre ve Orman Bakanlığı , Edremit Körfezi Havran’daki dünya ölçeğinde önemli yarasa mağarasının girişini kapatarak ve içini ışıklandırarak yarasaları mağaralarını terk etmeye zorluyor.
Havran’daki yarasa mağarası on türden 20 bin yarasaya ev sahipliği yapıyor ve bu nedenle Avrupa ve Türkiye’nin en önemli mağaralarından biri olarak kabul ediliyor.

Türkiye doğasını korumakla sorumlu Çevre ve Orman Bakanlığı, Türkiye’nin imzaladığı uluslar arası anlaşmaları ve Hayvanları Koruma Kanunu’nu ihlal ederek toplu yarasa katliamı gerçekleştiriyor.



Havran’daki dünya ölçeğinde önem taşıyan yarasa mağarası, 1995 yılında yapımına başlanan Havran Barajı’nın su toplama havzası içinde yer alıyor.
Çevre ve Orman Bakanlığı, mağaranın sular altında kalacağının anlaşılmasının ardından oluşan Avrupa Birliği’nin baskıları üzerine çözüm olarak yarasalar için yapay bir mağara inşa etmişti. Ancak yarasalar sular altında kalacak doğal yuvalarında kalmaya direndi ve yeni mağaraya taşınmadı. Çevre ve Orman Bakanlığı bu durum üzerine mağaradaki yarasaların gürültü yapılıp ışık tutularak çıkarılmasına karar verdiğini açıklamıştı.

Bölgeden gelen son bilgiler, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın mağaranın girişini yarasalara kapatarak içini ışıklandırdığını doğruluyor. Çevre ve Orman Bakanlığı, bu faaliyeti ile Türkiye’nin imzaladığı uluslar arası anlaşmaları ve Hayvanları Koruma Kanunu’nu ihlal ediyor.

Konu hakkında açıklama yapan Doğa Derneği Başkanı Güven Eken şunları söyledi: “Binlerce dişi yarasanın çiftleşmek, doğum yapmak ve yavrularını emzirmek için kullandığı Havran’daki yarasa mağarası, Kuzey Ege’de yaşayan yarasalar için alternatifi olmayan bir yaşam alanı.
Yarasaların kış uykusuna hazırlandığı bu dönemde mağaranın kapatılması ve ışıklandırılması yarasaların sonu anlamına geliyor. Buradaki yarasa nüfusunun yok edilmesiyle, bölgedeki yarasaların nüfusunda ciddi bir azalma yaşanacak.
Zeytin zararlısı böceklerle beslenen ve zeytincilerin doğal destekçisi olan yarasaların azalmasıyla, bölge ekonomisi için büyük değer taşıyan zeytinliklerdeki doğal denge de bozulacak.”



Eken, sözlerine şöyle devam etti: “Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, asli sorumlulukları nı görmezden gelerek baraj sektörünün temsilcisi haline gelmiştir. Eroğlu’nun projeleri nedeniyle Türkiye’de yok olan canlı türünün ve doğal alanın haddi hesabı yoktur. Havran’daki yarasa mağarasında olup bitenler, Bakan’ın göz yumduğu yanlışlardan biridir. Hükümet, Türkiye’nin dört bir yanında Çevre ve Orman Bakanlığı eliyle yürütülen doğa katliamını ivedilikle durdurmalıdır”.

www.dogadernegi.org/


konunun tartışmaları :




bu işin bilimadamları (!) desteğiyle yapılması daha da vahim.
eskiden DSİye karşı çıkan tek kurum Çevre-Orman Bakanlığıydı. artık bu tarih oldu. bugün bakanlık DSİnin altında bir kurum gibi.

bu arada dün Havrandan arayan bir çevre derneği başkanının söylediği: bu elektrik barajı değil; sulama barajı değil, peki ne? Civarda çalışacak madenocaklarının ihtiyacını karşılamak için bir su deposu.
Doğa Derneği Başkanı Güven Eken şunları söyledi:
“Binlerce dişi yarasanın çiftleşmek, doğum yapmak ve yavrularını emzirmek için kullandığı Havran’daki yarasa mağarası, Kuzey Ege’de yaşayan yarasalar için alternatifi olmayan bir yaşam alanı. Yarasaların kış uykusuna hazırlandığı bu dönemde mağaranın kapatılması ve ışıklandırılması yarasaların sonu anlamına geliyor. Buradaki yarasa nüfusunun yok edilmesiyle, bölgedeki yarasaların nüfusunda ciddi bir azalma yaşanacak. Zeytin zararlısı böceklerle beslenen ve zeytincilerin doğal destekçisi olan yarasaların azalmasıyla, bölge ekonomisi için büyük değer taşıyan zeytinliklerdeki doğal denge de bozulacak.”
kaynak:www.ebmhaber.com/detay/10336/edremit-korfezi%E2%80%99nde-yarasa-katliami-iddiasi.htm

Bugüne kadar biz ( özllikle bu doğal yardımcılardan faydalanan çevre halkı )neredeydik acaba:(
Okuma,araştırma ve bilgilenme çabalarımız olmadığı için yumurta kapıya geldiğinde uyanıyoruz,her zamanki gibi.Başka ülkelerde insanlar , sivil toplum kuruluşları daha işin başındayken duruma müdahale ederken,(tabii ki çevre halkı ön planda böyle durumlarda),biz maalesef okuma,bilgilenme ve araştırma alışkanlığımız olmadığından,çevre bilincimiz ise hiç olmadığından ancak işler son aşamaya geldiğinde ,artık neredeyse iş işten geçtikten sonra uyanıyoruz.
bu bölgedeki - magaradaki yarasalar uzerine bir suredir calisan biyolog var mi acaba? ayni zamanda böcekler uzerine de...
stk lar da olabilir...
belki bunu gundeme getirebiliriz..
konunun farkli boyutlariyle ilgili calisan bilim insanlari, stk lar varsa iletisime gecmek isterim... özelden de email atabilirsiniz..
ahmet bey, belki ozellikle de siz yonlendirebilirsiniz bizi.. daha fazla ileri gitmeden acaba bir bölüm yapilabilir mi uzerine? magara girisi kapatilmis yaziyor haberde, girmek hicbir sekilde mumkun degil midir? denetleniyor mu grisler acaba?
sanırım doğru adrestesiniz Öykü Hanım.
Havran mağaraları ta 1950lerde Prof.Dr. Melahat Çağlar hocanın araştırmalar yaptığı, Türkiyede ilk araştırılan mağaralardandır.
daha sonra yerli yabancı pekçok biliminsanı buradaki yarasaları incelemişti. 2004 yılında Kazdağları Milli Parkındaki çalışmalarımızı yürütürken, önceden beri bildiğim bu mağarada ben de incelemeler yaptım. Tür çeşitliliği, önceki literatüre yansıyanlardan daha fazlaydı. Birey sayısı da yaklaşık 20 bin civarında olup; Avrupadaki ve Türkiyedeki en önemli mağaralardan biriydi.
Dönüşte Ankarada bakanlığa sesimizi duyurmaya çalıştık. 1-2 yıl hiç ses çıkmadı. daha sonra twinning projesi kapsamında yurdumuza gelen iki Alman biyolog da aynı yerde incelemeler yaptı ve bana sonuçlarımızı ortak yayınlamayı teklif ettiler ve makale halinde Almanyada Zoology in the Middle East dergisinde yayınlandı.
önceki yıl basında çıkan haberlerde üstü kapalı bizim gayretlerimizden bahsedilip, almanların teyidinden sonra Türk bilimadamlarının tespitleri onaylandı cinsinden bazı haberler çıktı. bu da işin ayrı bir vehameti. kendi insanımıza, Türk bilimadamlarına güvenmeyip, akademisyen olmayan almanların teyidine ihtiyaç duyulması gibi komik bir durum:)
neyse maksadım, reklam yapmak falan değil, ancak sesimiz bundan 5 yıl evvel duyulsaydı ve bizi ciddiye alsalardı belki bunların hiçbiri olmayacaktı demek istiyorum.

istek üzerine DSİ genel müdürüyle görüşen üye arkadaşımız ve dünya çapında ornitoloji çalışmalarıyla adını duyuran Çağan Şekercioğlunun kuşlardaki gibi verici bağlantısıyla yarasalarda çalışıp çalışmayacağı sorulmuştu. Küçük bir ekip halinde bu çalışmayla ilgilenirken; bizden bizden habersiz durum, katliam boyutuna taşındı.
Sağolsun bir diğer dostum, Doğa Derneği başkanı Güven Eken, konuyu basına taşıdı. ama her yerden feryat figan sesleri geliyor. Yerel dernekler ve basın da olayın peşini bırakmıyor. Sıkça telefonla aranıyorum.

Bu bağlamda; bildiğiniz gibi Sultansazlığındaki çekimlerinize nasıl destek olduysam; Havranda da varım.
buradaki hayatın ne kadarını kurtarabilirsek kardır. e-posta ile iletişim bilgilerimi gönderiyorum.

teşekkürler Emine Nurhan Hanım.
aşağıda Öykü Hanıma da yazdığım gibi ilk S.O.S. çağrısını yapan sanırım bendim. 2004 Mayısında bakanlığa sesimizi duyurmaya çalıştıysak da fazla başarılı olamadık.
bazı bilimadamlarımızın (!) rant kavgası da işin cabası. ver parayı al onay raporunu hesabıyla çalışırsak, ne doğa düşünürüz, ne gelecek.
Avrupa baskıları olmasaydı belki bu katliam 3-4 yıl evvel olacaktı.
artık sıra bizde Güven gibi bizler de kamuoyunun dikkatini çekip, olayın vehametini anlatabilirsek; sanırım büyük bir iş başarabileceğiz.
sağlıcakla kalın, iyi geceler.
 TRAMEM

İLGİLİ DİĞER HABERLER

 Bu çalışma yarasalar için
Yarasalar  direniyor, Baraj faaliyete geçemiyor

Olay oldukça eski ama ilginç değil mi. Şu anda sonuç nedir dersiniz ?


Devamı İçin Tıklayınız...>>

HES ' ler Doğayı Katlediyor ! Karadeniz insanının yüreği acıyor ......







Kurul adına açıklama yapan İnşaat Mühendisleri Odası Trabzon Şubesi Başkanı Mustafa Yaylalı, "Giderek kuruyan dere yatakları nedeniyle bölge insanının yüreği acımaktadır. Bu bölgede enerji üretilmesi ne kadar önemliyse, üretimi yaparken doğanın bozulmaması ve yatağından akan suyun bulunduğu vadiye verdiği hayatın yok edilmemesi de o kadar önemlidir" dedi.
Yaylalı, bölgedeki HES projelerinin denetlenmesi işinin tek bir otoriteye verilmesini ve doğaya zararlı projelerin itiraz yolu kapalı olacak şekilde acilen iptal edilmesi gerektiğinin de altını çizdi.

TMMOB Trabzon İl Koordinasyon Kurulu tarafından hazırlanan "HES ve Doğa. Hangisinden vazgeçebiliriz?" başlıklı rapor, 15 meslek odası başkanının katılımıyla açıklandı. Raporu okuyan İnşaat Mühendisleri Odası Trabzon Şubesi Başkanı Mustafa Yaylalı, Türkiye'nin toplam enerji üretiminin yüzde 82'sinin termik, yüzde 16'sının da hidroelektrik santrallerde yapıldığını kaydetti, enerji üretiminde ülke olarak yüzde 73 oranında dışa bağımlı olduğumuzu söyledi.
Karadeniz insanının yüreği acıyor

Yaylalı, HES'ler nedeniyle akarsuların yatağının kilometrelerce değiştiğini ifade ederek, "Bu durum ekosistemi olumsuz etkilemektedir. Kuruyan derelerin çevresinde yaşayan insanların uyum problemleri yaşayabileceği söylenmektedir. HES çevresindeki yolların yapımı sırasında doğaya ciddi zararlar verilmektedir. Bazı bitki ve hayvan türleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Dere yatağına verilen su oranının az olması çevre dengesini bozarken, tünel inşaatlarının atık malzemelerinin depolama sahası yerine doğaya bırakılması da çevre tahribatı yaratmaktadır.




Giderek kuruyan dere yatakları nedeniyle Karadeniz insanının yüreği acımaktadır. Dolayısıyla her havzanın ayrı ayrı planlanması ve bunun tek bir kamu otoritesi şeklinde yapılması suretiyle şu ana kadar verilen tüm lisansların gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bu bölgede enerji üretilmesi ne kadar önemliyse, üretimi yaparken doğanın bozulmaması ve yatağından akan suyun bulunduğu vadiye verdiği hayatın yok edilmemesi de o kadar önemlidir" dedi.


"Dünyada kötü kabul edilen oran uygulanıyor"
Doğal hayatın zarar görmemesi için dere yatağına bırakılması gereken suyu belirlemek için dünyada Tennant Yöntemi ismi verilen bir yöntemin uygulandığını da belirten Yaylalı, "Bu yöntemde dere yatağına bırakılan su miktarına göre koruma dereceleri belirlenmiştir. Yüzde 60 ve üstü mükemmel yüzde 10 kötü olarak derecelendirilmiştir. Türkiye'de bir çok HES'te ise yüzde 10 'yeterli oran' olarak kabul edilmektedir. Yani Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki vadilerin koruma derecesi 'kötü' sınıfında yer almaktadır. ÇED raporları hazırlanırken bütüncül bir havza planlaması yapılmamaktadır" diye konuştu.

"Otorite boşluğu var"

Mustafa Yaylalı, doğal dengeyi bozmadan yapılacak her türlü HES'in ülkenin menfaatine olduğunu ve karşı çıkılmaması gerektiğini de ifade ederek şunları söyledi: "Ancak HES'lerin yapım aşamasındaki denetleyici kurumun hala net bir şekilde belli olmaması, yatırımcıların yasal boşluklardan yararlanıp doğayı katletmesine zemin hazırlamaktadır. Bir an önce HES yapımı ile ilgili tek yetkili denetleyici kurum belirlenmeli, bu kurumun belirlemiş olduğu yapım kriterlerine uymayan firmaların lisansları itiraz yolu kapalı olacak şekilde iptal edilmelidir. Yapım aşamasında depo sahaları dışına hafriyat dökümü caydırıcı cezai yaptırımlarla engellenmeli, 'cezayı öderim, doğayı kirletirim' mantığıyla hareket edilmesinin önüne geçilmelidir. HES'lerle ilgili her havza ayrı ayrı planlanmalı ve verilen lisanslar gözden geçirilmelidir. Cansuyu miktarı bilimsel verilere göre hesaplanmalıdır. Şu anda çevreyi kirleten firmaların şikayet edileceği merciin neresi olduğu bilinmemektedir. HES projeleri kapsamında yapılacak tüm yapıları İl Özel İdareleri ruhsatlandırmalıdır. Koruma kapsamındaki alanlarda HES'lere izin verilmemelidir. Rüzgar, güneş ve jeotermal gibi temiz enerji teknolojileri de gündeme alınmalıdır. Enerjide dışa bağımlılığımızı gerekçe göstererek doğal güzelliklerimizi ve gelecek nesillere miras olan kültürel varlıklarımızı yok eden projelere onay vermemeliyiz."



HES rekoru Trabzon'da

TMMOB verilerine göre Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki HES projesi sayısı 350. Bu projelerin 7'si işletmede, 25'i inşaat halinde, 119'u su kullanım hakkı, 199'u da fizibilite çalışması aşamasında. En fazla HES projesi olan il 125 projeyle Trabzon. Trabzon'u 75 projeyle Giresun, 66 projeyle Rize, 42 projeyle Ordu, 26 projeyle Gümüşhane ve 16 projeyle Artvin izliyor. 350 proje tamamlandığında kurulu güç toplam 4 bin 704 megavata ulaşacak ve yılda 16.65 milyar kilovatsaat enerji üretilecek. Bu enerji üretimi 3 Keban Hidroelektrik Santrali'nin üretimine eşdeğer olacak. Bu miktarda bir üretim aynı zamanda Türkiye'deki toplam hidroelektrik üretiminin yüzde 46'sına, toplam enerji üretiminin ise yüzde 7'sine denk gelecek.

KARADENİZ GÜNDEM


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Yarasalar Direniyor , Baraj Faaliyete Geçemiyor



( Oldukça eski bir olay.  Ancak , bu yılın Yarasa Yılı olması ve haberin
ilginçliği nedeniyle Yarasa yılı yazısının altında yer verdik..
Belki bu da unutulup gitmiş bir haberdir . )

Havran Barajı 72 milyon TL harcanarak bitirildi fakat faaliyete geçemiyor. Yuvaları sular altında kalacak yarasalar kendileri için yapılan suni mağaralara gitmemekte direniyor.


Balıkesir'in Havran İlçesi'nde, 1995 yılında yapımına başlanan ve 72 milyon TL harcanarak geçen yıl ekim ayında bitirilen baraj, sular altında kalacak mağaralardaki yarasa kolonileri yüzünden faaliyete geçemedi.

Yetkililer, yarasaların, kendileri için 3 milyon TL harcanarak inşaa edilen suni mağaralara geçmek yerine, sular altında kalacak yuvalarında kalmakta direttiğini savundu, köylüler ise 3 bin 600 hektar alanı sulayacak Havran Barajı'nın bir an önce faaliyete geçmesini istedi, aksi takdirde yarasaları zehirleyeceklerini söyledi. Bunun üzerine, Çevre ve Orman Bakanlığı ile iki üniversiteden gelen teknikekip, incelemelerde bulunarak 20 bine yakın yarasanın gürültü yapılıp ışık tutularak çıkarılmasına karar verdi.

Yöre üreticisinin 40 yıllık rüyası olan, Havran, Burhaniye ve Edremit ovalarında 3 bin 600 hektar alanı sulaması planlanan barajın temeli 1995 yılında atıldı. Çok sayıda hükümet eskiten Havran Barajı, her türlü sıkıntıya rağmen 2008 yılında tamamlandı, aynı yılın ekim ayında su tutacağı açıklandı. Müjdeli haber, başta zeytin, meyve ve sebze üretimiyle uğraşan çiftçiyi sevindirdi. Ancak sevinç uzun sürmedi. Baraj alanında yer alan mağaralarda 20 bine yakın yarasa bulunduğu ve o dönem uykuda oldukları, su tutulması halinde tümünün öleceği belirlendi.

DSİ Balıkesir 25. Bölge Müdürü Şahin Durukan, uykuda olan yarasa kolonilerinin zarar görmemesi için, su tutma işlemini 25 Nisan 2009'a ertelediklerini duyurdu. Sonrasında yarasalar için 3 milyon TL harcanarak suni mağaralar yapıldı, kış uykusundan kalktıklarında buralara taşınmaları kararlaştırıldı. Ancak, verilen tarihin üzerinden 6ay geçmesine karşın, yarasalar bir türlü doğal yuvalarını terk edip suni mağaralara taşınmadı, tamamlandığı açıklanan Havran Barajı da su tutmaya başlayamadı.

"YARASALAR UYANDI DSİ UYUYOR"

"Yarasalar uyandı DSİ uyuyor" diye tepki gösteren ve barajın getireceği bereketli günleri dört gözle bekleyen Havran üreticisinin ise sabrı taştı. Köylüler, DSİ yetkilerinin "yarasaların suni mağaralara geçmemekte direttiği ve tekrar uykuya daldıkları" yönündeki açıklamalarını inandırıcı bulmadıklarını belirterek tepkilerini yükseltmeye başladı. "Uzun yıllardır bu baraj gündemde. Bitti bitecek dendi. Ancak 14 yıl sonra bitirildi. Bu kez de yarasa rötarı deniliyor. Ne olacaksa olsun, bu baraj artık tamamlansın artık. 40 yıllık rüyamız gerçekleşsin" diyen zeytin üreticisi Şakir Ergamalı (60), yarasaların yeni uyku dönemlerinin geldiğini, yetkililerin ellerini çabuk tutması gerektiğini söyledi.

Sebze üreticisi Mehmet Doğandere de yörede kuraklığın her geçen gün artıp su seviyesinin düştüğüne işaret ederken, "Tarlalarımızın yarıdan fazlası susuzluk nedeniyle ekilemiyor. Bu hem yöre hem de ülke ekonomisine zarar veriyor. Yarasaların su tutulmasına engel olduğunu sanmıyorum. Barajın su tutması savsaklanıyor. Gerçekler açıklansın" diye konuştu.

"ÇIKMAZLARSA YARASALARI ZEHİRLERİZ"

Havran Belediye Başkanı AKP'li Hasan Lofçalıoğlu ile AKP´li İl Genel Meclisi Üyesi ve Havran Ziraat Odası Başkanı Emin Ersoy'un da önünü kesip isteklerini yineleyen çiftçiler, "Seçimlerde bizlerden oy istiyorsunuz. Biz de size inanıp oyumuzu veriyoruz. Barajın su tutması konusundaki açıklamalar bizi tatmin etmiyor. Topraklarımız kuraklaştı, zeytin ve mandalina da üretim düştü. Her geçen gün zararımıza oluyor. 40 yıldan bu yana bu barajın yapımını bekliyoruz. Bu gün, yarın denilerek uyutulduk. Bir yarasa bahanesi tutturuldu gidiyor. Yarasaların, barajın su tutmasına engel olduğu iddialarına inanmıyoruz. Bu konuda yapılan açıklamalar bize inandırıcı gelmiyor. Barajın tamamlanıp tamamlanmadığından şüpheliyiz, yarasalar bahane ediliyor. Artık sabrımız kalmadı. Eğer yarasaları zehirlersek, bu sorun çözülecekse biz bunu sağlarız, cezasını da katlanırız" tehditini savurdu.

YARASALAR ÇIKSIN DİYE GÜRÜLTÜ YAPILIP IŞIK TUTULACAK

Üreticinin tepkisine artık yanıt veremediklerini ve taşkınlık yapmalarından korktuklarını söyleyen Başkan Lofçalıoğlu ile Meclisi Ersoy, sıkıntıyı İl Genel Meclisi´ne ve DSİ yetkililerine aktardı. DSİ 25 Bölge Müdürlüğü yetkileri, sorunun çözümü için çalışma başlattı. Çevre ve Orman Bakanlığı ile Ankara ve Kırıkkale üniversitelerinden yardım istedi. İlçeye gelen uzmanekipler, Havran Barajı ile yarasa mağaralarında incelemelerine başladı. Teknik ekip, inceleme sonunda 20 bine yakın yarasanın gürültü yapılıp ışık tutularak çıkarılmasına karar verdi. Ancak bu kez de yarasaların yine uyku vakitlerinin geldiği ileri sürüldü.

"ÇİFTÇİ BU ÖRNEK ÇALIŞMAYA BİRAZ SAYGI GÖSTERSİN"

Havran Kaymakamı Fatih Genel, bir hafta önce ilçeye gelen DSİ Balıkesir 25. Bölge Müdürü Şahin Durukan ile barajda birlikte inceleme yaptıklarını anlatırken, "Barajın tamamlanmadığı, onun için su tutmadığı yönündeki iddialar sadece bir söylenti. Devlet, vatandaşına yalan söylemez. Müdür Durukan, sık sık kendisi de gelerek baraj alanında incelemeler yapıyor. Baraj alanındaki mağarada yaşayan 8 ayrı familyadan 20 bin yarasanın kurtarılacak olması da örnek bir çalışma. Çiftçilerimizin bu projeye saygı göstermelerini beklerim. En sonaldığım bilgiye göre, genel müdürlükten gelecek teknik ekip, yarasaların mağarasında gürültü çıkarıp ışık tutarak yarasayı yeni yerlerine taşımaya çalışacak. Yıl sonuna kadar bu işlemin tamamlanacağı ve barajda su tutulmaya başlanacağı ifade edildi" dedi.


HABERAJANS

İlgili başka  yazılar :
Bu çalışma  yarasalar için
Edremit Körfezinde yarasa katliamı

Aslında   olay  oldukça eski , ama ilginç..
Belki de unutulmuştur , kimbilir ....


Devamı İçin Tıklayınız...>>

YABAN TV : KATLİAM TV Mİ ?







Aykırı yazılarıyla tanınan gazeteci Ersin Tokgöz, Türkiye'nin ilk yaban hayatı ve avcılık kanalı olarak yayına geçen Yaban TV'ye yüklendi. Ersin Tokgöz'ün analizi, Ufuk Güldemir'i biraz kızdıracak!

İŞTE ERSİN TOKGÖZ'ÜN YAZISI


İlk Katliam Kanalı Yaban TV'nin Öğrettikleri

Yıllar önceydi...
Bir dervişle ilgili kıssada okuduğum bir cümle zihnimden hiç silinmedi:
-Yolunun nasıl bir yol olduğunu anlatırken öğrencisine "Bu yola giren yalan demez. Haram yemez. Bu yol, karıncayı bile incitmekten çekinenlerin yoludur..." diyordu. Yolun dini tarafını dışarıda bıraksanız bile, ister Konfüçyüs öğretilerinin din dışı olan ama dini buyruklarla birebir örtüşen yapısı, ister Kant'ın tamamen seküler ahlak anlayışı isterse dini öğretilerin ilahi buyruklar olsun... Buluştukları payda aynıydı; hani olması gereken insani duyarlılığa ve ahlaki duruşa direkt inen bir bakış.
Dolayısıyla dar anlamından sıyrılsam da bu söz taşıdığı değer açısından, silinmedi...
Onun için, hiçbir zaman anlayamadım bu duruşu ters çeviren ve en nihayetinde kibre denk düşen yönelişleri. Onun için, Türkiye'nin ilk katliam kanalı olan Yaban TV'yi izlerken, katledilenlerden çok, ellerine aldıkları silahla sırf zevk için sonlandırdıkları her yaşamdan sonra attıkları zafer naralarını anlamakta zorluk çekiyorum.

Nasıl bir güdü, hangi tatminsizlik, hangi kompleks, hangi bastırılmış şiddet eğilimi adına avcılık diyerek mantığa bürüdükleri bu şiddet eğilimini anlaşılır kılardı? İnsanların Kabil'den kalma yanlarının kan dökmeye meyilli olduğu ve sürekli bastırdıkları bu duyguyu bir şekilde ortaya çıkaracakları/çıkardıkları söylenir. Ama Kabil'in bir amacı vardı en azından. Kötü de olsa, bir davaydı onun için. Hiç olmazsa zevk için öldürmemişti.
İyi de, avcılık adıyla yapılan katliam ne menem bir istekti? Anlamak için günlerce izledim avcıları Yaban'da. Gözlerinde okuyabildiğim, yalnızca katıksız bir kibirdi. Hani şeytanın "Benim en sevdiğim günahtır" dediği o marazileştiren haslet.

Öldürüyor, seviniyorlardı... Öldürmek için bekliyor, öldürmenin vahşetini beklemenin sabır kısmına atıfta bulunarak derviş edasında "Av, çok gezene değil sabredene gelir" diye manifestoya dönüştürüyorlardı. Bir örnek duruşlar, gözlerde aynı bakış ki tek anlama sabit; kibir... Ne hastalıklı bir duruş...
Aslında doğanın insanları ehlileştirdiği, dinginliğe giden yolu açtığı, insanın yabana açıldıkça insani özüne döndüğü söylenir. Ama işte yabana kibirlerinden açılan bu öldürme meraklıları, yabandan dönünce de aynı marazi duruşu sergilemekten geri duramıyorlar. Çünkü yabandan aranan; insanı, insani bağlarından koparan yapaylıklardan kurtulma hevesi değil burada. Genlerin Kabil'e çalan tarafını açık etmek ancak...
"Öldürebilecek kadar büyüğüm. Hem de zevk için. Selam olsun sana Mefistofeles!" Tamam, bu hastalıklı varoluşları yabanda kalsa, kibirlerini sadece yabandaki canlıları katlederek gösterseler, kabul etmesek de "tamam" diyeceğiz. Ama bir de "yabandan dönüş" var? Bu sefer ne yapmalı? Öldüren ben, öldürebilen ben, yabanı dize getiren o muhteşem avcı, dokunulmazlığına halel geldiği zaman ne yapar?

İşte burada kibirden beslenen korku giriyor devreye... Bakın... Yaban'ın babası Ufuk Güldemir adeta peygamber havasında kerameti kendinden dokunulmazlığını ilan etmiş... Her ne kadar insanlar içine dönse de Alaska'daki o elindeki silahıyla avlarına karşı kazandığı dokunulmazlığı burada da sürdürme sevdasında. Herkesi eleştiriyor, en üst perdeden ahkam kesiyor ama kendisi eleştirilmeye görsün, eleştiriyi geri çektirmek için yaptığı baskılar, avcıdan kaçan avın gösterdiği hırçınlıklar, olmadı susturmak için peşpeşe açtığı davalar... Gırla. Çünkü, belki gören gözü bilgeliğe götürecek yaban gerçeği, kibrin bir son durumu olarak ortaya çıktığı için ters tepki yapmıştır. Her kötü, bir iyiye işaret eder derler. Onun için biz de yabandan öğrenmek için yabana çıkmayız. Sadece aramızda yaşayan yabanlara bakıp ufak ufak ermeye başlarız. Az şey mi?

kaynak: Haberola.com

medyafaresi




Devamı İçin Tıklayınız...>>

SU DEĞİRMENLERİ TEKNOLOJİYE YENİLDİ


Doğu Karadeniz'de, geçmiş yılların önemli kültürel değerlerinden olan su değirmenleri, gelişen teknolojiye yenik düşüyor.

29 Mart 2008 Cumartesi 14:34
ZEKERİYA SARIHAN

Tarihe şahitlik eden su değirmenleri, insanın toprağa bağlandığı ve ilk ziraat faaliyetlerini yapmaya başladığı devirlerde kullanılmaya başlanmış. İki yassı taş arasında ezilen mısır, buğday gibi ürünlerden un elde etmeyi başaran insanlar, teknolojinin gelişmesi ve un elde etmek için başka yöntemler kullanılmaya başlanması ile su değirmenlerini terk etmeye başladı.
Doğu Karadeniz ve Rize'de de özellikle mısır öğütmede kullanılan su değirmenleri, mısır üretimi ve kullanımının azalması ile adeta kaderine terk edildi.



Rize'nin Fındıklı ilçesinde su değirmeni işleten Sinan Özemir, yıllar önce Doğu Karadeniz genelinde olduğu gibi Rize'de de mısır üretimi ve tüketiminin önemli yer tuttuğunu belirterek, ''Köylerdeki yaşamın yavaş yavaş azalmasına paralel olarak mısır üretimi de azalmaya başladı. Bu da doğal olarak su değirmeni kullanımını neredeyse bitme durumuna getirdi'' dedi.

Eskiden tarlada üretilen mısırdan su değirmenlerde öğüterek un elde edildiğini, günümüzde ise yaygınlaşan şehir hayatı ile hazır un kullanımının yaygınlaştığını dile getiren Özemir, ''yaylalarda ve köylerde yaşamın yoğun olduğu dönemlerde dedelerimiz bahçede ürettiği mısırı hasat eder, sonra da serender ve evlerin girişine kuruması için asarlardı. Kışın bu mısırlar ailenin ihtiyaçları doğrultusunda su değirmenlerinde öğütülürdü. Mısır ve mısırdan elde edilen çeşitli yiyecekler temel besin kaynaklarımızdı. Başta mısır ekmeği olmak üzere mısır unu kullanılarak yapılan hamsili ekmek, çeşitli lahana yemeklerinde kullanılırdı'' diye konuştu.



Özemir, eskiden her köy ve mahallede bulunan ve akarsuların en uygun yerine inşa edilen su değirmenlerinin genellikle çevresindeki ailelerce ortaklaşa kullanıldığını kaydederek, şunları söyledi:
''Ancak son dönemlerde mısır üretiminin azalmasına paralel olarak tarihi su değirmenlerimiz kullanılmaz oldu. Günümüzde, eskiden her köy ve mahallede, o yerin geleneksel yaşam tarzına uygun yapılan su değirmenlerinin bazısı yıkıldı, bazısı da yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya. Oysa 1900'lü yılların başında bir yerleşim yerinin köy statüsü kazanabilmesi için orada cami ve medrese ile bir su değirmeninin bulunması önemliydi.''




Özemir, su değirmenlerinin mimarisinin, taş ve ahşap işçiliğinin güzel örneklerini oluşturduğunu dile getirerek, ''su değirmeni bölgemiz insanının doğada var olan yöresel enerji kaynaklarından en güzel biçimde yararlandığının da önemli bir göstergesiydi. Günümüzde pek kullanılmasa da, su değirmenlerini tarihi birer değer olarak korumalıyız'' dedi.

Pazar53 Rize Haberleri


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Doğa Derneği’nden Çağrı: Türkiye Flamingolara Mezar Olmasın !


Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken, 22 Mart Dünya Su Günü nedeniyle yaptığı açıklamada "Sulaklanların kurumasıyla ölen flamingolar, çatlayan toprak manzaraları ve tuzlanan tarım alanları bu ülkenin kaderi değil. İnsan aklı ve Anadolu kültürü su sorunun çözümünü üretmek için bize her türlü imkânı sunuyor” diyerek Dünya Su Günü'nde, Devlet Su İşleri başta olmak üzere tüm tarafları konuyu tartışmanın ötesine geçerek, kalıcı çözümler üretmeye davet etti.
Dünyanın ilk toplu flamingo mezarlığı geçtiğimiz yaz Türkiye'de Tuz Gölü'nde bulunmuştu. Doğa Derneği uzmanları Tuz Gölü’nün tümüyle kuruması nedeniyle yüzlerce flamingo yavrusunun uçamadan göl tabanı üzerinde kuruyarak hayatını kaybettiğini saptamıştı.
Ortaya çıkan bu manzaranın nedeni Orta Anadolu'nun giderek artan susuzluk sorunu. Susuzluk nedeniyle geçtiğimiz beş yılda Tuz Gölü ve çevresindeki dört uydu göl (Tersakan Gölü, Bolluk Gölü, Kulu Gölü, Eşmekaya Sazlığı) tümüyle kuruma noktasına geldi. Bu nedenle göllerde üreyen ve beslenen en az 30 kuş türü bölgeden silindi. Bu sorunun önüne geçmek Konya Havzası'nda ivedilikle damlama sulama gibi tasarruflu sulama yöntemlerine geçilmesi gerekiyor. Bunun içinse Devlet Su İşleri'nin (DSİ) Türkiye'nin su politikasını yeniden belirleyerek suyun planlamasını havza ölçeğinde yapması gerekiyor.

Göller neden kuruyor?
Su kaynaklarının dörtte üçünü tüketen sulama yatırımları hızla yapılırken suyun tasarruflu kullanımı ve kullanılan suyun temizlenerek yeniden doğal su döngüsüne kazandırılması üzerinde yeterince durulmuyor.
Türkiye’de sulanan alanların %94'ü, suyu israf eden yüzey sulama metotları (karık, tava ve salma) ile yapılırken geriye kalan sadece %6'lık bir alanda basınçlı sulama sistemleri (yağmurlama, damlama) kullanılıyor. Oysa yüzey sulama yöntemi yerine basınçlı sulama sistemlerinin oluşturulması ile tarımsal sulama için kullanılan sudan tüm ürünlerde yüzde 50–90 arasında tasarruf sağlanabiliyor. Bu güne kadar sulamanın yüzeyden yapılması nedeniyle Türkiye'nin su kaynaklarının en azından üçte birinin israf edildiği tahmin ediliyor. Bu nedenle Tuz Gölü gibi pek çok sulak alanımız kuruyor" diyor.

Flamingo mezarlığı nasıl oluştu?
Doğa Derneği uzmanları, 2007 yazında Tuz Gölü'nde yaptığı incelemeler sırasında Türkiye'deki susuzluk sorununu en acı şekilde gözler önüne seren sıra dışı bir manzara ile karşılaşmıştı. Yapılan incelemelerde henüz uçamayan yüzlerce flamingonun gölün tümüyle kaybolması nedeniyle kuruyarak hayatını kaybettiği anlaşılmştı. Her yıl binlerce çift flamingonun yuva kurduğu Tuz Gölü, bu güzel kuşun dünyadaki en önemli üreme alanlarından biri.
Konya'nın atık sularını Tuz Gölü'ne taşıması nedeniyle sık sık gündeme gelen Konya Kanalı, son yıllarda tümüyle kuruyan gölde yavru flamingolar için tek beslenme alanı. Flamingo yavruları, her yıl gölün güneyindeki üreme alanlarından karınlarını doyurmak için on yedi kilometrelik bir mesafe yürüyerek kanalın ağzında toplanıyorlar. Yavrular her yıl olduğu gibi 2007 yazında da Konya Kanalı'nın gölle buluştuğu noktaya geldiklerinde büyük bir tehlike ile karşılaştı. Binlerce flamingo yavrusunun uçmasına birkaç hafta kala gölde su kalmadı. Bu nedenle Tuz Gölü toplu flamingo mezarlığına dönüştü.

Türkiye'de su ne için kullanılıyor?
Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü verilerine göre 2003 yılı itibariyle yararlanılmakta olan suyun miktarı toplam 40,1 milyar metreküp. Bu toplamın 6,2 milyar metreküpü (%15,5) içme suyu, 4,3 milyar metreküpü (%10,7) sanayi, 29,6 milyar metreküpü (%73,8) ise tarımsal amaçlı olarak kullanılıyor. Bu dağılım içinde en büyük paya sahip (toplam su kullanımının dörtte üçü) tarımsal su kullanımının, DSİ 2030 planına göre 72 milyar metreküpe çıkarılarak yüzde 143 oranında artırılması öngörülmekte. Öte yandan, yine DSİ Genel Müdürlüğü verilerine göre sulanabilir alanların 2030 yılına kadar 4,9 milyon hektardan 8,5 milyon hektara çıkarılarak yüzde 73 oranında büyütülmesi planlanıyor.

Buğday


Devamı İçin Tıklayınız...>>

FOK AVCILARI PROTESTOCULARA SALDIRDI

Kanada'nın St. Lawrence Körfezinde fok avcıları, kendilerini görüntüleyen protestoculara saldırarak kameralarını kırdı.

Geçen hafta da protestocuların Farley Mowat gemisiyle Kanada Sahil Güvenlik birlikleri arasında deniz savaşını andıran dalaşmanın ardından olaylar dün de sürdü. Kendilerine Deniz Çobanları Topluluğu ismini veren ve şu ana kadar avcıları görüntülemeyi başaran tek grup olan protestocuların, bölgedeki St.Pierre Adası'na demir attıklarını gören 40 kadar fok avcısı, adaya gelerek geminin ve protestocuların etrafını sardı.

Fokları döverek avladıkları sopalarla gemiye ve protestoculara saldıran grup, protestocuların kameramanı Simeon Houtman'ın kamerasını kırıp, görüntüleri tahrip ettiler ve gemide hasra sebep oldular.

Gemi kaptanı Alex Cornelissen, yerel polisin bölgede olmasına rağmen olaya müdahale etmediğini ileri sürdü. Yerel polisin, liman güvenliğini sağlamasının bir zorunluluk olduğunu belirten kaptan Cornelissen, olay üzerine gemiyi protestocular ve mürettebatıyla birlikte adadan uzaklaştırdı.


Öte yandan Farley Mowat ve protestocu grup Deniz Çobanları Topluluğuna, Kanada deniz avcılığı yasalarını ihlal etmeleri sebebiyle 100 bin Kanada Doları para veya 1 yıldan fazla hapis cezası veya her iki cezanın birlikte verilebileceği açıklandı.

Kanada Balıkçılık Bakanı Loyola Hearn yaptığı açıklamada, Deniz Çobanları Topluluğunun yasal avlanma veya herhangi bir izin olmadan av bölgesine 900 metreden fazla yaklaştığı belirtilerek, bunun Kanada federal yasalarına göre suç olduğunu ve konuyla ilgili kararın yürütülen soruşturma sonunda Nova Scotia eyaleti mahkemesi tarafından verileceği bildirildi.

Kanada Balıkçılık Bakanı Loyola Hearn, fok avının Kanada Hükümetinin izni ve planlamasıyla yürütülen yasal bir av olduğunu belirterek, yasal bir harekette yasa dışı tüm hareketlerin cezalandırılmasının normal olduğunu hatırlattı.
Hürriyet


Bu haberi okuduğumda aklıma ,bir iki yıl önce , bir muhabirin çektiği ve ortalığı ayağa kaldıran ,Kanada Hükümetinin her yıl verdiği izinle inanılmaz bir fok katliamı gerçekleştiren avcıların bir videosu aklıma geldi.
Buraya koyuyorum...Yüreğiniz dayanabilecekse izleyin:
(Bu Görüntüleri çocuklar izlememelidir)




Devamı İçin Tıklayınız...>>

SULAK ALANLARIN VE SAZLIK ALANLARIN TAHRİBİ VE YOK EDİLMESİ , KURAKLIK VE DOĞA FELAKETİNE YOL AÇMIŞTIR


Sulak alanlar, yeryüzündeki biyolojik çeşitliliğin ,yaban hayatının ,ekolojik dengenin devamında en vazgeçilemeyecek alanlar arasındadır.
Sulak alanlar , oluşturduğu yaşam ortamlarında , bir çok bitki türüne ev sahipliği Tam anlamıyla koruma altında tutulması gereken bu alanların ,insan eliyle , planlı şekilde yokedilmesi ya da tahrip edilmesi , ekolojik felaketin bir diğer gözlerden uzak ve en önemli boyutlarından birisidir.
TMMOB Orman Mühendisleri Odası Doğu Akdeniz Şubesi Başkanlığınca , Orman Mühendisleri Odasının yayınladığı Orman Mühendisliği Dergisinin temmuz 2007 tarihli sayısında yer alan , sulak alanların , sıtma ile mücadele , yeni tarım alanı kazanma , ya da tarım arazilerinin sulanması amacıyla yokedilmesine yolaçan çalışmalar üzerine hazırlamış olduğu yazıyı sunuyoruz.
Yazıyı bu kriterlerin ışığında irdelemek yararlı olacaktır.R.B

SULAK ALANLARIN VE SAZLIK ALANLARIN TAHRİBİ VE YOK EDİLMESİ KURAKLIK VE DOĞA FELAKETİNE YOL AÇMIŞTIR*

Milletlerarası öneme sahip, nesli tehlikeye düşmüş veya düşebilir türlerin yer aldığı 300'ün üzerinde kuş türlerine ev sahipliği yapan, birçok tatlı ve tuzlu su ekosistemleri ile ekolojik karakterli doğa alanları sistematik bir şekilde kurutularak tamamen çöle dönüşmüştür.
Birçok medeniyetlere ev sahipliği yapan sulak alanların 20. yüz yılda büyük bir hızla tahrip edilmesi ve kurutulması ve aynı hızla bu işlemlerin günümüzde de devam etmesi yaşanan kuraklığı tetikleyen en önemli doğa katliamlarının başında gelmektedir.

Sulak alanlardan aşırı miktarda su alınması, sistemi besleyen akarsuların barajlarda tutulması veya yönlerinin değiştirilmesi ya da yer altı sularının aşırı kullanımı gibi nedenlerle hala çok büyük boyutlarda sulak alan kayıpları yaşanmaktadır.
Özellikle son 40 yıl içerisinde başta Amik gölü, Türkoğlu sazlıkları olmak üzere Avlan gölü, Kestel, Gavur, Suğla, Eber, Akşehir gölleri, Hotamış, Yarma, Eşmekaya sazlıkları yok olmuş , Sultan sazlığı ve Ereğli sazlıkları gibi bir çok sulak alan da işlevini yitirmiştir.
Bu kurumalarda küresel ısınmadan daha çok D.S.İ.'nin 1960'lı yılların başındaki sıtma gerekçesi ile Türkiye'nin bataklıklarının kurutulması projeleri önemli rol oynamıştır.
Sultan Sazlığının da sonunun başlangıcını oluşturan D.S.İ.'nin bu projeleriyle 38 km uzunluğunda 7m derinliğinde bir kanalla alanı kurutmaya yönelik çalýşmalarla tarım alanı açılmasını planlamıştır.
O dönemlerde birçok kuş bilim adamı ve Orman Bakanlığı Av ve Yaban Hayatı Dairesince projenin durdurulması için çalışmalar başlatılmış ise de saha 1972 yılında ''Su kuşları koruma ve üretme sahası'' 1988 yılında Tabiatı Koruma alanı dalına , sonrada 1. derecede doğal sit alanı ile sulak alanları koruyan uluslararası Ramsar Sözleşmesine göre de ''A'' sınıfı sulak alan" ilan edilmesi de Sultan Sazlığını kurtarmaya yetmemiştir.
D.S.İ.'nin Sultan Sazlığı ve çevresinde drenaj hendekleri ile kurutma çalışmaları yanında 150.035 ha genişliğinde arazinin sulanması için inşa edilen Kovalı ve Ağcaşar Barajlarının yapımında Sultan Sazlığına darbe vuran önemli etkenlerden biri olmuştur.
Böylece Sazlığı besleyen önemli su kaynakları maalesef tarımsal amaç için kesilmiş, bunun neticesinde tarımdan dönen kimyasal ilaç ve gübrelerle doymuş atık sular, güney sazlığına ve Yay Gölüne drene edilmesiyle yabanıl hayat da büyük zarar görmüştür.
Tropik ormanlar kadar biyolojik üretkenliğe sahip, dünyanın tropik orman ve okyanuslardan sonra en büyük karbon tutumu görevini yerine getiren 300 ün üzerinde birçok kuş türüne ev sahipliğini yapan, özelliği sebebiyle bulunduğu çevrenin su dengesi ve iklimi düzenleyen saz üretimi gibi çevredeki yerleşim alanlarına ekonomik girdi sağlayan Sultan Sazlığı'nın kurutularak tamamen çöle dönüştürülmesi Türkiye'nin Uluslararasındaki saygınlığına da gölge düşürmüştür.
Zira Sultan Sazlığı gibi Uluslar arası öneme sahip alanlar sadece Türkiye'nin ekolojik alanları olmayıp tamamen küresel boyuttaki doğal alanlardır.
Sıtma hastalığını önlemek için başlayan kurutma çalışmaları, gelişen teknoloji ile birlikte yeni tarım alanları elde etme amacına yönelmiş, sazlık ve bataklıkların yanı sıra taşkın ovalarını ve gölleri de kapsayarak , artarak devam etmiştir. Bu süreçte, Akdeniz'e kıyı ülkeler sulak alanlarının %70' ine yakınını kaybetmiştir.
Son 40 yılda ülkemizde de 1,3 milyon hektar sulak alan (yaklaşık üç Van Gölü büyüklüğünde bir alan) geri dönüşü olmayacak biçimde kaybedilmiştir.
Sulak alanların kurutularak tarım, sanayi ve yerleşim alanlarına dönüştürülmesi, su kaynaklarının tarıma bağlı olarak aşırı kullanımı , evsel ve endüstriyel atıkların sulak alanlara boşaltılması , sulak alanların yok olmasına neden olmuştur.
Sulak alanlar; taban suyunu dengeleme ve besleme, taşkınlardan koruma, tuzlanmayı önleme, doğal arıtıcı olma gibi pek çok işlevlerinin yanı sıra, hayvancılık, sazcılık, balıkçılık, tarım gibi ciddi geçim kaynaklarıyla da yaşamsal öneme sahip ekolojik karakterli alanlardır.
Bu arada sulak alanların kurutulması sonucu elde edilen arazilerin pek çoğundan istenilen tarımsal üretime erişilemediği gibi; bir kısım yerlerde de tuzlanma, turbaların yanması, rüzgâr erozyonu gibi nedenlerle kısa zamanda verimsizleşmiştir.
Ayrıca, yörenin su rejiminde meydana gelen bozulmalar (Amik ovasında önceleri 6 metreden çıkan taban suyu şimdiler de 500-600 metreden çıkmaktadır.) ve iklimsel değişmelerin yanı sıra; bir çok canlı türünün neslinin tehlikeye düşmesi ya da tamamen yok olması gibi telafisi mümkün olmayan sorunlar ortaya çıkmıştır.
Yer altı ve yer üstü sularına yapılan plansız müdahalelerle yer altı sularını metrelerce aşağıya çeken D.S.İ.'nin , yukarıda belirtilen, Amik gölü, Türkoğlu sazlıkları, Seyfe Gölü, Ekşisu sazlığı, akgöl (Ereğli Sazlığı), Eşmekaya Sazlığı, Hotamış Sazlığı ve Avlan Gölü gibi birçok sulak alanı kurutan ve bu yaklaşımı ile Türkiye'nin geleceğini ve AB uyum sürecini çok ciddi şekilde baltalayan çalışmalarını durdurması gerekmektedir.
Ancak buna rağmen DSİ 'nin drenaj hendeklerinin temizliğini bahane ederek hendekleri 10 metreye kadar derinleştirme çalışmalarının, taban suyu seviyesinin daha da düşmesine sebep olacağı açıkça görülmektedir.
301 kuş türüne ev sahipliği yapan 85 kuþ türünün kuluçkaya yattığı Türkiye'nin en önemli kuluçka alanlarından biri olan, tatlı su ve tuzlu su ekosistemlerin bir arada bulunduğu nadir bir ekosisteme sahip, kuş göç anayolları üzerinde bulunan İç Anadolu'nun en önemli sulak alanlarından olan Sultan Sazlığını kurtarmak için başlatılan çalışmalar takdirle karşılanmaktadır.
Ancak 2007 yılında bitmesi gereken Zamantı Irmağından ovaya verilmesi düşünülen suyu taşıyacak tünel maalesef Sultan Sazlığını kurtarmaya yetmeyecektir.
Zira tünel ile gelecek su ancak bölgede yapılan sulu tarımı destekleyecek ancak tarımda dönen ilaçlı ve gübreli sular pompalar vasıtası ile sazlığın belli bölümlerine deşarj edilecektir.
Tatlı, tuzlu ve taban su dengelerinin tamamen alt üst olduğu Sultan Sazlığı , şimdilerde tamamen tuz görünümlü bir çöle dönüşmüştür. Sulak alanın yarattığı nemli iklim ve doğal denge ile sonbahar mevsiminde de yağış gören Sultan Sazlığı maalesef bu dengenin kaybolması ile yağmura da hasret kalmıştır.
Alanda yıllık yağış 256 mm olmasına karşın , göllerdeki yıllık buharlaşma 1780 mm üzerinde olmaktadır. Böylece zaten su kaynakları iyice kesilen ve drenaj hendekleriyle kurutulmaya çalışılan sahanın geri kalan suyunun da küresel ısınmayla buharlaşmasına da engel olunamamaktadır.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen , Akdeniz Havzasının en önemli deltalarından birini oluşturan Çukurova Deltasında bulunan Karataş İlçesinin doğusundaki Ağyatan Gölünün ve çevresindeki tuzcul alanların kurutulması çalışmalarının DSİ tarafından başlatılmasına da bir anlam verilememektedir.
Çalışmalar odamızca endişeyle takip edilmektedir. Yaklaşık 22.500 dönüm ekolojik karakterli alanın sularının drene edilerek, Bahçe köyünün doğusundan geçen büyük drenaj kanalına deşarj edilmek istenmesinin, ekolojik bir çevre felaketi getirmesi kaçınılmaz olacağı bir çok kereler gündeme getirilmiş olmasına rağmen projenin hayata geçmesine mani olamamıştır.
Bu proje ile etkilenecek alan sadece 22.500 dönümle sınırlı kalmayacak, sulak alanın su dengesi de bozulacaktır. Bu şekilde sulak alanın temel ekolojik fonksiyonlarının, su rejimlerini düzenlemek ve karakteristik bitki ve hayvan topluluklarının özelikle su kuşlarının yaşam ortamlarını desteklemek fonksiyonları tamamen tahrip olacak, doğal denge geri gelmeyecek şekilde tahrip olacaktır.
1991 yılında çevre bakanlığının kurulması,1993 yılında sulak alanların korunması ile ilgili genelgenin yayınlanması ve 1994 yılında da Ramsar sözleşmesini kabul etmiş olmamıza rağmen, Türkiye'deki sulak alanlar hala büyük tehlikelerle karşı karşıyadır ve hala sulak alan kayıpları devam etmektedir.
Bunun başlıca nedeni, hala kamuoyunda sulak alanların öneminin yeterince bilinmemesi ve sulak alanların önemsenmemesi, su ve arazi kullanım plan ve programlarını geliştirenler arasında sulak alanların korunması fikrinin yeterince benimsenmemesi ve kabul görmemesi gelmektedir.
Hala bunlar arasında kurutulan sulak alanlarda yaşanan olumsuzlukların farkında olmayan ve sulak alanların kurutulmasında toplum yararı bulunduğuna inanan grupların olması ve bu grupların siyasilerden de önemli destek alması da bulunmaktadır.
Oysa sulak alanlar, yurdumuzun doğal kaynaklarının en duyarlısı , buna karşılık biyolojik çeşitliliği destekleyen ve biyolojik üretkenliği , tropik ormanlardan sonra en fazla olan, önemli ekosistemlerin başında gelmektedir.
Çukurova sulak alanları, ekonomik, kültürel, bilimsel ve rekreasyonel olarak büyük bir kaynak teşkil etmektedir. Bu nedenle çok zengin bir fauna ve floraya sahip Ağyatan sulak alanı ve çevresindeki çayır ve ekolojik karakterli tuzcul alanların kurutularak tarım arazisi yapılması çalışmalarını doğru bulmayıp, bu çalışmaların av-yaban hayatının doğal yaşam alanlarına zarar vereceğine inanıyoruz.
Yukarıda belirtilen sorunların pek çoğunun önlenememesinin temelinde yönetime ilişkin sorunlar yatmaktadır.
Bu sorunları şöyle sıralayabiliriz.
- Uygulayıcılar ve planlamacılar da dahil olmak üzere, kamuoyu tarafından sulak alanların öneminin yeterince anlaşılmaması.
- Su ve arazi kullanım planlarında sulak alanların korunması ve akılcı kullanımı ilkelerinin dikkate alınmaması.
- İlgili kurum ve kuruluşlar arasında etkin bir iletişim ve işbirliğinin sağlanamaması.
- Alanların yerinden yönetimini sağlayacak, aynı zamanda alanın ekolojik karakterindeki değişimleri sürekli ve düzenli olarak izleyecek ve gerekli tedbirleri zamanında alabilecek idari mekanizmaların bulunmayışı.
Türkiye'nin, sulak alanını kurutma, doldurma ve su rejimine yaptığı olumsuz müdahaleler sonucu gelecek yıllarda önemli derecede su sıkıntısıyla karşı karşıya kalabileceği gerçeğini de görerek sulak alan kayıplarının önlenmesi ve iyi yönetimle geliştirilmesi için aşağıda belirtilen önlemlerin mutlaka uygulanması gerekmektedir.
Sulak alanlar, sazlıklar sürekli takip edilmeli, izlenmeli, riskli bölgeler belirlenip, önlemler önceden alınmalıdır.
Sulak alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımı için kurumlar arası işbirliği ve koordinasyonun tekrar gözden geçirilmesi gerekir.
Sulak alan kaybına neden olan Bataklıkların Kurutulması ve Bundan Elde Edilecek Topraklar Hakkında Kanun, Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun, Sıtma ile Mücadele Kanunu da gerekli yasal düzenlemelerin yapılarak, ilgili hükümler yürürlükten kaldırılmalı; sulak alanlarn korunması, geliştirilmesi ve akılcı kullanýmını öngören yasal düzenlemeler güçlendirilmelidir.
Geçmişte kurutulan ya da çeşitli nedenlerle ekolojik karakteri bozulan sulak alanların restorasyonu ve rehabilitasyonu için eylem planları geliştirilmeli ve uygun alanlarda uygulamaya geçilmelidir.
Kamuoyu desteği almadan, ÇED raporları çıkartılmadan, ilim adamlarının görüşü alınmadan D.S.İ' nin Baraj ve kurutma çalışmalarına başlamamalıdır. Aksi takdirde ülkenin sahip olduğu doğal kaynaklar ekonomik kalkınma uğruna bir daha geri gelmeyecek şekilde yok edilecektir. Bundan en büyük zararı yine o yörede yaşayan insanlar görecektir
Birçok medeniyetlere ev sahipliği yapan sulak
alanların 20. yüz yılda büyük bir hızla tahrip
edilmesi ve kurutulması ve aynı hızla bu işlemlerin
günümüzde de devam etmesi yaşanan kuraklığı
tetikleyen en önemli doğa katliamlarýının başında
gelmektedir.
Sulak alanlardan aşırı miktarda su alınması, sistemi
besleyen akarsuların barajlarda tutulması veya
yönlerinin değiştirilmesi ya da yer altı sularının aşırı
kullanımı gibi nedenlerle hala çok büyük boyutlarda
sulak alan kayıpları yaşanmaktadır.
Özellikle son 40 yıl içerisinde başta Amik gölü,
Türkoğlu sazlıkları olmak üzere Avlan gölü, Kestel,
Gavur, Suğla, Eber, Akşehir gölleri, Hotamış,
Yarma, Eşmekaya sazlıkları yok olmuş , Sultan sazlığı
ve Ereğli sazlıkları gibi bir çok sulak alan da işlevini
yitirmiştir.
Bu kurumalarda küresel ısınmadan daha çok
D.S.İ.'nin 1960'lı yılların başındaki sıtma gerekçesi
ile Türkiye'nin bataklıklarının kurutulması
projeleri önemli rol
oynamıştır. Sultan Sazlığının da
sonunun başlangıcını oluşturan
D.S.İ.'nin bu projeleriyle 38 km
uzunluğunda 7m derinliğinde bir
kanalla alanı kurutmaya yönelik
çalýşmalarla tarım alanı açılmasını
planlamıştır.
O dönemlerde birçok
kuş bilim adamı ve Orman Bakanlığı Av ve Yaban Hayatı Dairesince projenin
durdurulması için çalışmalar
başlatılmış ise de saha 1972 yılında
''Su kuşları koruma ve üretme
sahası'' 1988 yılında Tabiatı Koruma
alanı dalına , sonrada 1. derecede
doğal sit alanı ile sulak alanları
koruyan uluslararası Ramsar
Sözleşmesine göre de ''A'' sınıfı sulak alan" ilan edilmesi de Sultan
Sazlığını kurtarmaya yetmemiştir.
D.S.İ.'nin Sultan Sazlığı ve çevresinde drenaj
hendekleri ile kurutma çalışmaları yanında 150.035
ha genişliğinde arazinin sulanması için inşa edilen
Kovalı ve Ağcaşar Barajlarının yapımında Sultan
Sazlığına darbe vuran önemli etkenlerden biri
olmuştur. Böylece Sazlığı besleyen önemli su kaynakları
maalesef tarımsal amaç için kesilmiş, bunun
neticesinde tarımdan dönen kimyasal ilaç ve gübrelerle
doymuş atık sular, güney sazlığına ve Yay
Gölüne drene edilmesiyle yabanıl hayat da büyük
zarar görmüştür.
Tropik ormanlar kadar biyolojik üretkenliğe
sahip, dünyanın tropik orman ve okyanuslardan
sonra en büyük karbon tutumu görevini yerine
getiren 300 ün üzerinde birçok kuş türüne ev
sahipliğini yapan, özelliği sebebiyle bulunduğu
çevrenin su dengesi ve iklimi düzenleyen saz üretimi
gibi çevredeki yerleşim alanlarına ekonomik
girdi sağlayan Sultan Sazlığı'nın kurutularak tamamen
çöle dönüştürülmesi Türkiye'nin Uluslararasındaki
saygınlığına da gölge düşürmüştür. Zira
Sultan Sazlığı gibi Uluslar arası öneme sahip alanlar
sadece Türkiye'nin ekolojik alanları olmayıp tamamen
küresel boyuttaki doğal alanlardır.
Sýtma hastalığını önlemek için başlayan kurutma

çalışmaları, gelişen teknoloji ile birlikte yeni tarım
alanları elde etme amacına yönelmiş, sazlık ve
bataklıkların yanı sıra taşkın ovalarını ve gölleri de
kapsayarak , artarak devam etmiştir. Bu süreçte,
Akdeniz'e kıyı ülkeler sulak alanlarının %70' ine
yakınını kaybetmiştir.
Son 40 yılda ülkemizde de 1,3 milyon hektar
sulak alan (yaklaşık üç Van Gölü büyüklüğünde bir
alan) geri dönüşü olmayacak biçimde kaybedilmiştir.
Sulak alanların kurutularak tarım, sanayi
ve yerleşim alanlarına dönüştürülmesi, su kaynaklarının
tarıma bağlı olarak aşırı kullanımı , evsel
ve endüstriyel atıkların sulak alanlara boşaltılması ,
sulak alanların yok olmasına neden olmuştur.
Sulak alanlar; taban suyunu dengeleme ve besleme,
taşkınlardan koruma, tuzlanmayı önleme, doğal
arıtıcı olma gibi pek çok işlevlerinin yanı sıra, hayvancılık,
sazcılık, balıkçılık, tarım gibi ciddi geçim
kaynaklarıyla da yaşamsal öneme sahip ekolojik
karakterli alanlardır.
Bu arada sulak alanların kurutulması sonucu
elde edilen arazilerin pek çoğundan istenilen tarımsal
üretime erişilemediği gibi; bir kısım yerlerde de
tuzlanma, turbaların yanması, rüzgâr erozyonu gibi
nedenlerle kısa zamanda verimsizleşmiştir. Ayrıca,
yörenin su rejiminde meydana gelen bozulmalar
(Amik ovasında önceleri 6 metreden çıkan taban
suyu şimdiler de 500-600 metreden çıkmaktadır.)
ve iklimsel değişmelerin yanı sıra; bir çok canlı
türünün neslinin tehlikeye düşmesi ya da tamamen
yok olması gibi telafisi mümkün olmayan sorunlar
ortaya çıkmıştır.
Yer altı ve yer üstü sularına yapılan plansız
müdahalelerle yer altı sularını metrelerce aşağıya
çeken D.S.İ.'nin , yukarıda belirtilen, Amik gölü,
Türkoğlu sazlıkları, Seyfe Gölü, Ekşisu sazlığı, akgöl
(Ereğli Sazlığı), Eşmekaya Sazlığı, Hotamış Sazlığı
ve Avlan Gölü gibi birçok sulak alanı kurutan ve bu
yaklaşımı ile Türkiye'nin geleceğini ve AB uyum
sürecini çok ciddi şekilde baltalayan çalışmalarını
durdurması gerekmektedir.
Ancak buna rağmen DSİ 'nin drenaj hendeklerinin temizliğini bahane
ederek hendeklerin 10 metreye kadar derinleştirme
çalışmalarının, taban suyu seviyesinin daha da düşmesine
sebep olacağı açıkça görülmektedir.
301 kuş türüne ev sahipliği yapan 85 kuş
türünün kuluçkaya yattığı Türkiye'nin en önemli
kuluçka alanlarından biri olan, tatlı su ve tuzlu su
ekosistemlerin bir arada bulunduğu nadir bir ekosisteme
sahip, kuş göç anayolları üzerinde bulunan
İç Anadolu'nun en önemli sulak alanlarından olan
Sultan Sazlığını kurtarmak için başlatılan çalışmalar
takdirle karşılanmaktadır.
Ancak 2007 yılında bitmesi gereken Zamantı Irmağından ovaya verilmesi
düşünülen suyu taşıyacak tünel maalesef
Sultan Sazlığını da kurtarmaya yetmeyecektir. Zira
tünel ile gelecek su ancak bölgede yapılan sulu
tarımı destekleyecek ancak tarımda dönen ilaçlı ve
gübreli sular pompalar vasıtası ile sazlığın belli
bölümlerine deşarj edilecektir.

Tatlı, tuzlu ve taban su dengelerinin tamamen
alt üst olduğu Sultan Sazlığı , şimdilerde tamamen
tuz görünümlü bir çöle dönüşmüştür. Sulak alanın
yarattığı nemli iklim ve doğal denge ile sonbahar
mevsiminde de yağış gören Sultan Sazlığı maalesef
bu dengenin kaybolması ile yağmura da hasret
kalmıştır.
Alanda yıllık yağış 256 mm olmasına
karşın , göllerdeki yıllık buharlaşma 1780 mm
üzerinde olmaktadır. Böylece zaten su kaynakları
iyice kesilen ve drenaj hendekleriyle kurutulmaya
çalışılan sahanın geri kalan suyunun da küresel ısınmayla
buharlaşmasına da engel olunamamaktadır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Akdeniz
Havzasının en önemli deltalarından birini oluşturan
Çukurova Deltasında bulunan Karataş İlçesinin
doğusundaki Ağyatan Gölünün ve çevresindeki
tuzcul alanların kurutulması çalışmalarının DSİ
tarafından başlatılmasına da bir anlam verilememektedir.
Çalışmalar odamızca endişeyle takip
edilmektedir. Yaklaşık 22.500 dönüm ekolojik
karakterli alanın sularının drene edilerek, Bahçe
köyünün doğusundan geçen büyük drenaj kanalına
deşarj edilmek istenmesinin, ekolojik bir çevre felaketi
getirmesi kaçınılmaz olacağı bir çok kereler gündeme
getirilmiş olmasına rağmen projenin hayata
geçmesine mani olamamıştır. Bu proje ile etkilenecek
alan sadece 22.500 dönümle sınırlı kalmayacak,
sulak alanın su dengesi de bozulacaktır.

Bu şekilde sulak alanın temel ekolojik fonksiyonlarının,
su rejimlerini düzenlemek ve karakteristik
bitki ve hayvan topluluklarının özelikle su kuşlarının
yaşam ortamlarını desteklemek fonksiyonları tamamen
tahrip olacak, doğal denge geri gelmeyecek
şekilde tahrip olacaktır.
1991 yılında çevre bakanlığının kurulması,1993
yılında sulak alanların korunması ile ilgili genelgenin
yayınlanması ve 1994 yılında da Ramsar sözleşmesini
kabul etmiş olmamıza rağmen, Türkiye'deki
sulak alanlar hala büyük tehlikelerle karşı karşıyadır
ve hala sulak alan kayıpları devam etmektedir.
Bunun başlıca nedeni, hala kamuoyunda sulak alanların
öneminin yeterince bilinmemesi ve sulak alanların
önemsenmemesi, su ve arazi kullanım plan ve
programlarını geliştirenler arasında sulak alanların
korunması fikrinin yeterince benimsenmemesi ve
kabul görmemesi gelmektedir. Hala bunlar arasında
kurutulan sulak alanlarda yaşanan olumsuzlukların
farkında olmayan ve sulak alanların kurutulmasında
toplum yararı bulunduğuna inanan grupların
olması ve bu grupların siyasilerden de önemli destek
alması da bulunmaktadır.
Oysa sulak alanlar, yurdumuzun doğal kaynaklarının
en duyarlısı , buna karşılık biyolojik çeşitliliği
destekleyen ve biyolojik üretkenliği , tropik
ormanlardan sonra en fazla olan, önemli ekosistemlerin
başında gelmektedir.
Çukurova sulak alanları, ekonomik, kültürel, bilimsel
ve rekreasyonel olarak büyük bir kaynak teşkil
etmektedir. Bu nedenle çok zengin bir fauna ve
floraya sahip Ağyatan sulak alanı ve çevresindeki
çayır ve ekolojik karakterli tuzcul alanların kurutularak
tarım arazisi yapılması çalışmalarını doğru
bulmayıp, bu çalışmaların av-yaban hayatının doğal
yaşam alanlarına zarar vereceğine inanıyoruz.
Yukarıda belirtilen sorunların pek çoğunun
önlenememesinin temelinde yönetime ilişkin sorunlar
yatmaktadır. Bu sorunları şöyle sıralayabiliriz.
- Uygulayıcılar ve planlamacılar da dahil olmak
üzere, kamuoyu tarafından sulak alanların öneminin
yeterince anlaşılmaması.
- Su ve arazi kullanım planlarında sulak alanların
korunması ve akılcı kullanımı ilkelerinin dikkate alınmaması.
- İlgili kurum ve kuruluşlar arasında etkin bir
iletişim ve işbirliğinin sağlanamaması.
- Alanların yerinden yönetimini sağlayacak, aynı
zamanda alanın ekolojik karakterindeki değişimleri
sürekli ve düzenli olarak izleyecek ve gerekli tedbirleri
zamanında alabilecek idari mekanizmaların
bulunmayışı.
Türkiye'nin, sulak alanını kurutma, doldurma ve
su rejimine yaptığı olumsuz müdahaleler sonucu
gelecek yıllarda önemli derecede su sıkıntısıyla karşı
karşıya kalabileceği gerçeğini de görerek sulak alan
kayıplarının önlenmesi ve iyi yönetimle geliştirilmesi
için aşağıda belirtilen önlemlerin mutlaka uygulanması
gerekmektedir.
Sulak alanlar, sazlıklar sürekli takip edilmeli,
izlenmeli, riskli bölgeler belirlenip, önlemler önceden
alınmalıdır. Sulak alanların korunması ve
sürdürülebilir kullanımı için kurumlar arası işbirliği
ve koordinasyonun tekrar gözden geçirilmesi
gerekir.
Sulak alan kaybına neden olan Bataklıkların
Kurutulması ve Bundan Elde Edilecek Topraklar
Hakkında Kanun, Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü
Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun, Sıtma ile
Mücadele Kanunu da gerekli yasal düzenlemelerin
yapılarak, ilgili hükümler yürürlükten kaldırılmalı;
sulak alanların korunması, geliştirilmesi ve akılcı
kullanýmını öngören yasal düzenlemeler güçlendirilmelidir.
Geçmişte kurutulan ya da çeşitli nedenlerle
ekolojik karakteri bozulan sulak alanların restorasyonu
ve rehabilitasyonu için eylem planları geliştirilmeli
ve uygun alanlarda uygulamaya geçilmelidir.
Kamuoyu desteği almadan, ÇED raporları
çıkartılmadan, ilim adamlarının görüşü alınmadan
D.S.İ' nin Baraj ve kurutma çalışmalarına başlamamalıdır.
aksi takdirde ülkenin sahip olduğu doğal kaynaklar
ekonomik kalkınma uğruna bir daha geri
gelmeyecek şekilde yok edilecektir. Bundan en
büyük zararı yine o yörede yaşayan insanlar görecektir .
(Orman Mühendisliği Dergisi , Temmuz 2007 )



BENZER KONULAR :
YABAN TV : KATLİAM TV Mİ ?

HAYVAN - İNSAN SÖZLEŞMESİ


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Bir yokoluşun öyküsü

Farsça derin göl anlamına gelen Amik gölünün kurutulmasının hikâyesi , aslında Türkiye `nin yaşadığı çevre sorunlarının da acı hikâyesi gibi. Küresel ısınma tartışmalarıyla gündeme gelen ve dünyanın bazı bölgelerinde insanlık tarihini tehdit edecek boyutlara ulaşan çevre felaketleri bugün SOS veriyor. Gölün kurutulması ve yaşanan çevre sorunları dünyada yaşanan çevre felaketlerinin en çarpıcı örneklerden biridir.
Yakın zamana kadar Türkiye haritalarında kahverengi dağların, yeşil renkli ovaların arasında mavi nazar boncuğu gibi parlayan Amik gölü, bugün artık görülmüyor . Türkiye bir yandan kalkınma ve sanayileşme sorununu çözmek isterken, diğer yandan da ciddi çevre sorunları yaşıyor. Bugün Türkiye `de sadece sulak alanlar yok olmuyor aynı zamanda nehirler kirleniyor, havzalar yok oluyor, tarım arazileri sanayi alanlarına dönüşüyor, su kaynakları hızla kirletiliyor, balıklar ve kuşlar yok oluyor.
Devlet Su İşleri ve Doğal Hayatı Koruma Vakfı `nın açıklamalarına göre bugün için sadece Amik gölü değil, son 40 yılda Türkiye`de Van gölünün yaklaşık üç katı büyüklüğünde, 1 milyon 300 bin hektar sulak alan yok oldu. Geriye kalan 1 milyon 250 bin hektarlık sulak alanda da su kaybı hızla devam ediyor. Sulak alanların bu hızla tüketilmesi yakın gelecekte Türkiye `nin hayvan ve bitki türlerini olumsuz yönde etkileyecektir. Türkiye kendi eliyle kendi geleceğini yok ediyor.
Amik gölünün kurutulması tartışmaları 1940`lı yıllardan itibaren başladı. Bataklıkların kurutulması, sıtmayla mücadele ve tarım arazisi açmak amacıyla gölün kurutulması 1950`li yıllarda hızlandı. DP `nin ülke çapında yürüttüğü imar faaliyetlerine bağlı olarak Hatay `da da Amik gölünün kurutulması ve buradaki arazilerin ziraata açılması amaçlandı.
1950`li yılların ortasında seddelerin yapılıp kanalların açılmasıyla başlayan, taşkınları önleme ve göl sularını boşaltma çalışmaları, 1960`lı yıllarda hazırlanan fizibilite raporlarıyla hızlandı. Bu raporların ilki Türk mühendisler tarafından 1960`ta başlanan ve 1961`de tamamlanan rapordur. Rapor, Amik ovasında zirai, iktisadi ve toplumsal yapıya dair birçok veriyi içeriyor. Bu çalışmadan dört yıl sonra bu defa Amerikalılara başka bir rapor ısmarlandı. DSİ Genel Müdürlüğü `nce 1966 yılında International Engineering Company (IECO) firmasına hazırlatılan raporun adı "Amik Geliştirilmesi , Amik Gölü Projesi, Tahtaköprü Projesi Teknik ve Ekonomik Fizibilite Raporu"dur. Amik gölünün kurutulması için yapılan çalışmaların devamı olan bu rapor Amerikalı uzmanlar tarafından 1966`da Başbakan Süleyman Demirel `e sunuldu. Bu ve benzeri raporlar Türkiye `nin sadece siyasi ya da iktisadi alanda değil, zirai sahada da bir bağımlılık içinde olduğunu gösteriyor. Aslında bugün gelinen noktada ülke tarımının içine girdiği darboğaz ve yaşanan su/sulama sorunu gözönüne alındığında değişen bir şeyin olmadığı görülüyor.
ABD ve Milletlerarası Kalkınma Teşkilatı `nın ortak projesi olarak hayata geçirilen IECO Raporu, yöreye ilişkin ayrıntılı veriler içeriyor. Amerikalı , mühendis, jeolog ve ekonomistler 1964 yılında başlattıkları incelemelerini 1966`da tamamlayarak, eski su müdürü , yeni başbakan ve barajlar kralı Süleyman Demirel`e sundular. Rapor, gölün kurutulması için yapılması gerekenleri adım adım sıraladı ve Tahtaköprü Barajı`yla birlikte entegre bir proje olarak hayata geçirildi.
Asi`nin yoldaşı
IECO Raporu, Amik gölünün kurutulması konusundaki en önemli çalışmalardan biri. Bu raporla ilk defa Asi nehri yatağının genişletilmesi ve derinleştirilmesi radikal biçimde uygulandı. IECO Raporu`nun gölün kurutulması konusundaki temel tezi, Asi nehri ve kollarında yatak düzenlemesi yapılması, yüzey sularının drene edilmesi için kanal ve hendekler açılması ve son olarak da Antakya ve Demirköprü üzerinde iki yeni köprü inşa edilmesidir. Amik gölünün sularının daha hızlı boşaltılması için önemli bir engel oluşturduğu düşünülen tarihi Antakya köprüsünün gölle birlikte yok edilmesi maalesef bu raporla ortaya çıktı.
Tarihi Roma köprüsünün yıkılması, yakın dönem Türkiye tarihinin en büyük ayıplarından biridir. Bin yıldır ayakta duran ve Asi nehrine yoldaşlık yapan Roma köprüsünün boşaltım kapasitesinin azlığı öne sürülerek, yerine yeni bir köprü yapılması ilk defa bu raporla ortaya çıktı. Siyasi iktidar, raporda sunulan altı seçenek içinde en radikal olanını benimsedi ve gölün sularının hızla boşaltılması için tarihi köprü yıkıldı.
Asi`yi zarif bir gerdanlık gibi binlerce yıldır süsleyen tarihi köprü, Amik gölüyle birlikte bir oldu bittiye getirilerek yok edildi. Bugün gelinen noktada hem gölün kurutulmasının hem de tarihi Roma köprüsünün yıkılmasının yanlışlıkları apaçık ortada. Yıkılan köprünün yerinde bugün beton ayaklar üzerinde duran iğreti bir köprü yer alırken, Amik gölünün yerinde maalesef yok olan bir tabiat duruyor.
Ankara , yaşananların pek farkında olmasa da ova her geçen gün daha fazla çölleşiyor ve büyük bir çevre dramı yaşanıyor. Amik gölünün yok edilmesiyle birlikte göçmen kuşlar konacak sazlıklar bulamıyor. Göl alanı içinde kalan topraklarda bugün önemli bir tuzlanma sorunu yaşanıyor. Geçen zaman içinde yağış düzeni bozuldu ve şiddetli yağışların etkisiyle büyük seller oluşmaya başladı. Düzensiz yağışlarla birlikte yeraltı suları azaldı. Gölde yaşayan balıklar ve diğer canlılar yok oldu. Bugün göl alanına artık göçmen kuşlar değil çelik kuşlar iniyor...
Tarihi Roma köprüsünün yıkılmasına, nehir yatağının genişletilmesine ve alınan onca tedbire rağmen Asi, her kış yine taşıyor ve mevsimlik Amik gölü yeniden oluşuyor. Ovaya can veren Asi, denize varmadan önceki son istasyonu olan Amik `in kurutulmasının intikamını zapt edilmez taşkınlarıyla ve ovada yaşanan çölleşmeyle alıyor. Asi kaybettiği ruhunu arıyor.
Kızılderili reisinin Amerikan başkanına dediği gibi "... yaban atları ehlileştirildikten, ormanların en gizli köşelerine kadar dünya insan kokusu ile dolduğunda sevimli tepelerin görüntüsü konuşan tellerle kirletildikten sonra... Bir bakacaksınız ki... Gökteki kartallar yok olmuş. Hızlı koşan taylara elveda demişsiniz. Bu ne demektir, biliyor musunuz? Bu yaşamın sonu ve sadece daha fazla hayatta kalmanın başlangıcıdır..." Göl kurtulduktan sonra, mektupta söylediği gibi burada bir hayat ve bir ruh yok oldu. İnsanlığın ortak aklı, umarız telli turnanın bir avuç paradan daha kıymetli olduğunu çok geç olmadan anlayacaktır.

HÜSEYİN YAYMAN: Dr., Gazi Üni .
2008-04-15 Radikal


Devamı İçin Tıklayınız...>>

YAVRU KUŞLAR UÇAMADILAR





Yavru kuşlar uçamadılar...Anne kuşlar, son birikinti suyu da kuruyan gölü terk etmek üzere havalandılar.
Yavrularının da kanatlanıp peşlerinden gelmesi için gölün üzerinde daireler çizmeye başladılar.
Ama küçük kuşların uçma zamanı gelmemişti.Yuvalarının otları arasından başlarını yana yatırıp, gözlerini kırpıştırarak gökyüzündeki annelerine baktılar.

Anneler orada kalsalar, susuzluktan öleceklerdi. Gitseler; yavruları orada kalacaktı.

Annelik içgüdüsü ile ölümden kaçma içgüdüleri çatıştı.

Gökyüzünde dönüp durdular.Allı turna sürüsü bir indi kuru göle, bir çıktı gökyüzüne.Çığlıklar ata ata yavrularını bu erken ve zorunlu göçe çağırdılar, küçük kuşlar ancak bir-iki adım atabildiler, henüz gelişmemiş kanatlarını çırptılar, cılız seslerle yanıt vermeye kalktılar, gökyüzüne doğru ağızlarını açıp kapattılar.Ama asla uçamadılar.*



Tuz Gölü’dür burası.Konya ile on dört il ve ilçenin kanalizasyonunu bu muhteşem göle akıtmak için devletin trilyonlar harcayıp 125 kilometre beton kanal yaptırdığı eşsiz göl...

İnsanoğlunun doğaya karşı ahlaksızlığının ve saygısızlığının en çarpıcı kanıtı olan ve bunu yok olarak ödeyen bir yeryüzü harikası...

Gelişigüzel sulama kanalları ile suyunu bir yandan çekip, öte yandan on dört yerleşimin sanayi atıklarını, fosseptiğini, kirini, pasını bağladıkları Tuz Gölü.*

Sonra ne oldu bilmiyoruz.Ortalık karardı, birkaç gün sonra gölün kurumuş kıyılarında çok sayıda yavru kuş buldular Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nin araştırmacıları.Anneler gitmiş, yavrular ölmüştü.

Bir köylü, muhabire "Yaşayan bir yavru bizim gölgemizi görünce annesi sandı ki, yiyecek geldi diye birkaç kez ağzını açtı, ama öldü" dedi.

Belki son yavru kuştu...


Ve siz hálá dünyayı kimin ısıttığını, kimin iklimleri bozduğunu, suların neden kesildiğini, bahçelerimizi ve bizi kimin susuz bıraktığını merak ediyorsunuz.
Öyle mi?..




Bekir COŞKUN ,Hürriyet..7 Ekim 2007


Devamı İçin Tıklayınız...>>
 
Clicky Web Analytics