İKİZDERE



Derelerin kardeşliği HES’leri yendi. Yıllardır verilen hukuk mücadelesi çevrecilerin zaferiyle son buldu. Rize’nin İkizdere Vadisi, Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca doğal SİT alanı ilan edildi.
Böylece İkizdere, Anzer ve Ovit çevresinde yapılması planlanan hidroelektrik santralları (HES) tehdidi önlenmiş oluyor.

Bu mücadelede büyük payı olan İkizdere Derneği Başkanı Kadem Ekşi, “Bugün HES’lerin pençesinden kurtulduğumuz, yeşili, doğayı çocuklarımıza bıkacağımızın müjdelendiği gündür“ diye konuşmuş.
Karar birkaç yıl önce çıkmış olsa başlayan projeler de askıya alınacak, HES’lerin doğaya verdiği zararlar tümüyle önlenecekti.
Yine de sevindirici bir gelişme.
Fırtına Deresi’nden Kaçkarlar’a ekolojik bir hazine olan vadileri, dereleri, çiçekleri, böcekleri, kuşları, balıkları HES’lere feda etmek, santral kuracağız diye akarsuları kurutmak, ormanları delik deşik etmek geleceğe indirilmiş ağır bir darbeydi. İkizdere’nin kalan kısmını kurtarmak bile çok önemli. Çünkü bu karar Kastamonu Loç Vadisi için de yolu açıyor. Köylülerin nöbet tuttuğu vadide, santralı yapacak şirket kamulaştırma yaparken, hukuk mücadelesi sürüyor. Danıştay kararı bekleniyor.
Bu tür kararlar, küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliği tartışmalarının doruğa çıktığı bir çağda insanlığı daha fazla enerji ile biyoçeşitlilik ve azalan gıda güvenliği arasında da bir tercihe yöneltecek.
Türkiye coğrafyasında sadece HES’ler nedeniyle yeşili kaybetmiyoruz.
Uzunca süredir zaten kentleşme, tarım arazilerinin sanayiye açılması ve betonlaşma nedeniyle “sulak alanlarımız” da azalıyor. Göller, nehirler kuruyor. Barajlar eskisi kadar su tutmuyor.
Su kıtlığına bağlı olarak canlı türleri ve çeşitliliği de azalıyor. Ekosistemi korumak, her şeyin önüne geçiyor.
İkizdere kararı bu yönüyle tarihidir.
Doğu Karadeniz’in HES’lerden kurtarılması; ormanların, yaylaların, derelerin bulunduğu vadilerin doğal SİT alanı ilan edilmesi yöre insanının önüne yeni fırsatlar açacaktır.
Akla hemen gelen ekolojik turizmdir.
Semih Kaplanoğlu’nun ödüllü filmi “Bal”ı seyrederken neleri kaçırdığımızı gördük. İkizdere, Anzer, Ovit çevresi alternatif bir hayat sunuyor.
Bu yaz aşırı sıcaklara bağlı olarak Rusya’da, Pakistan’da yaşanan çevre felaketlerinden sonra bir kez daha şu noktaya geldik: Yaşadığımız sorunlar insan kaynaklıdır. Hiçbir çevresel, sosyal ve ekonomik neden sulak alanları, dereleri, gölleri, ormanları kaybedişimizi haklı çıkarmaz.
Daha fazla yol açmak, daha hızlı gitmek, daha fazla tüketmek mümkün. Bunların hepsinin ekonomisi var. Refahın bedeli doğal hayattan vazgeçmek olmamalı.
Kızılderili Şefi Seatle’nin beyaz adamı uyardığı gibi “son ırmak kurumadan, son ağaç yok olmadan, son balık tükenmeden” doğanın, paradan daha değerli olduğunu anlamalıyız.
İkizdere’yi doğal SİT alanı ilan edenleri alkışlıyoruz.

Derya SAZAK , MİLLİYET


Devamı İçin Tıklayınız...>>

WaterAid - A Burden For Thirst



Temiz içme suyu yokluğundan hergün 4000 in üzerinde çocuk ölmektedir.
İnsanlar kirli , arıtılmamış su yüzünden ölmektedir.
Bu problemin çözülmesi için insanları şiddetli şekilde sarsıcı uyarılarda bulunmak gerekmektedir.





Bir kasabada birkaç bin Dolara bir kuyu açılabilirken , temiz su olmaması yüzünden yılda 1 milyonun üzerinde çocuğun ölmesi inanılmaz bir şey değil midir ?. WorldAid işte bunu yapıyor ..

Bu büyük probleme basit çözümler bulmaya çalışıyor..
Onların yaptıklarına katılmadıysanız ya da duyurmadıysanız , onların yaptığı işe yardımcı olalım.

Sonuçlar gözlemlenip ölçümlenebilir , ve bir çocuğun yaşaması veya ölmesi üzerinde doğrudan etki yapacaktır bu.


Çok basit .Eğer birleşir ve katkı sağlarsak bizim kadar şanslı olmayan başka bir insana yardım etmiş oluruz, ve her yıl bir milyondan fazla çocuğun hayatını kurtarmış oluruz.
Lütfen şimdi farklı bir şey yapın ve aşağıdaki siteyi ziyaret edin.

http://www.bloggersunite.org/event/wateraid-a-burden-for-thirst

Tony & Angies
Founders
BloggersUnite.org

BloggersUnite


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Çıktım Belen Kahvesine , Baktım Ovaya ..... ( Ormancı Türküsü )


Müzikli bir yere gitmişseniz ,bulunduğunuz yerlerde müzik çalınıyorsa , ormancı olduğunuz öğrenildiği anda , şarkı söyleyen , yanınıza sokulur , şimdi de ormancılar için söylüyorum der ve başlar söylemeye :

-Çıktım Belen Kahvesine ,baktım ovaya ,
-Bay Mustafa çağırır ,Dam'oynamaya................

Nefis bir Muğla türküsüdür bu.... Melodisi ve hikayesi , sizi alır götürür bir köy meydanına , yıllar yıllar önceye..............

Yerel kültür içinde yerini almış , mahalli renkleri ve mahalli yaşamları yansıtan bu türkü , çok sevilir..

Gerçi , türküdeki ormancı motifinin , sarhoş , külhanbeyi tavırlı , ve hikayedeki trajedinin baş sorumlusu durumunda sunulması , ormancılarda , biraz alınganlık ve burukluğa neden olsa da , tarihe kaydedilmiş bu talihsiz olayın , elbette ki , bir meslek camiasını tanımladığı ve sembolize ettiği düşünülemez..

Gaziemir orman blogundaki bir yazıda belirtildiği gibi , ülkenin en cefakar , fedakar , bir o kadar da gayretli kesimlerindendir ormancılar .. Onları yakından tanıyanlar , çalışma tempolarına , gayretlerine hayran kalmaktadır .

Yerel renkleri ve yerel değeri yüksek olan bu türkünün , dev bir camiaya mal edilmeyeceği de muhakkaktır.

Alkol alınan bir ortama taşınan bir orman yangını tartışması ...
Ve bir şanssızlık eseri , üzerine de bu talihsiz olay cereyan etmişti..


Bu türkü , Müzeyyen Senar'ın vazgeçilmezlerindendir.

Ege türkülerinin ustası Tolga Çandar'ın yorumu buram buram Ege , Muğla , çam kokuları taşır.
Sümer Ezgü , Hale Gür , en son olarak Kubat , bu güzel ezgiyi bize en iyi yorumlayanlardır.
Yakıcı ,gönül sızlatıcı , hazin bir melodisi vardır , Ormancı türküsünün..

Hikayesi de bir o kadar hüzünlüdür.

Temmuz 1946'da Muğla'nın , şimdiki adı Çaybükü olan Gevenes Köyü'ndeki Belen kahvesi'nde vuku bulan gerçek bir olay üzerine Değirmenci Pisili Tahir Usta tarafından bestelenen ve zamanla ünü Türkiye geneline yayılan bir halk türküsüdür , Ormancı Türküsü...

Türkünün hikayesi

Gevenes köyünde 1922 yılında dünyaya gelen Mustafa Şahbudak, ağa çocuğudur. Mustafa’nın en yakın arkadaşı , köy muhtarı olan Tevfik Cezayirli'dir.

Her akşam köy kahvesinde dama oynayan iki arkadaşın iddialı ve dostane karşılaşmaları kahvehanedekiler tarafından da ilgi ile izlenir.

1946 yılının Temmuzunda sıcak bir yaz akşamında , Ağa oğlu Mustafa Şahbudak ve Muhtar Tevfik Cezayirli, yine dama tahtasının başına otururlar.
Oyunun yarısında 'Sarı Memet' lakaplı Orman Memuru Mehmet İn çıkagelir. Mehmet, sarhoştur.
Bir gün önce, komşu Çiftlik köyünde orman yangını çıkmıştır.

Ormancı, yangın evrakının bir an önce ilçeye götürülmesi için bekçiyi muhtardan ister. Ancak bu arada 1946 seçimlerinin evrakı da Yatağan’a gönderilecektir. Her türlü evrak Yatağan’a köy bekçisi tarafından götürülmektedir. Muhtar Cezayirli
- 'Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem'
cevabını verir. Bunun üzerine ormancı ile muhtar arasında tartışma başlar. Muhtar Tevfik Cezayirli,
-'Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsaade et' der ve oyuna devam eder. Ormancı dama masasına bir yumruk atar. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve ormancıyı tokatlar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, ormancıyı sakinleşmesi için kahvenin arka tarafına götürürler.
Ormancı bağırarak küfürler savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak’ın tahammül sınırını daha da zorlar. Şahbudak, yerinden kalkar, ormancının üzerine yürür. Ormancı Mehmet, kamasını çıkarıp Mustafa Şahbudak’ı kolundan yaralar.
O zaman, Mustafa Şahbudak ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. Muhtar, ormancının ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa tetiği çoktan çekmiştir ve kurşun muhtar Tevfik Cezayirli'ye isabet eder. Ormancı Mehmet İn, bunun üzerine kaçmaya başlar. Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil, kaçmasına engel olmak içindir. İkinci atışta Mehmet İn, yere düşer. Arka cebinde tütün tabakası olduğu için, ona bir şey olmaz. Ama Tevfik kanlar içindedir.
O günlerin imkansızlıkları içerisinde Tevfik’i, tahta bir sal üzerinde köyden 23 kilometre uzaklıktaki Muğla Devlet Hastanesi’ne götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir.
Mustafa, Doktor Veli Bey’e, “Babamın selamı var, bu adamı iyileştir” diye yalvarır.
Doktor Veli Bey,
- “O ölecek, önce senin kolunu saralım” diye yanıt verir.
O sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa’yı yanına çağırarak,
-”Ben ölüyorum, hakkını helal et” dedikten sonra can verir.
Mustafa, en yakın arkadaşını öldürdüğü için teslim olur, 4 yıl ceza alır. Cezaevindeyken her gece Tevfik rüyasına girer. Ancak ormancıya kini gittikçe artar.
Bu acı olaydan sonra köyde kalamayacağını anlayan Mehmet İn ise, tayinini ister, Kavaklıdere Orman Müdürlüğü’ne atanır. Aslen Marmarislidir. Emekliliğinden sonra oraya yerleşir. Doksanlı yılların başında da ölür.
Mustafa Şahbudak da, cezaevinden çıktıktan sonra, anılarla dolu o köyde yaşayamayacağını anlayıp, Muğla’ya yerleşir. Çok sevdiği, günlerini birlikte geçirdiği arkadaşı Muhtar Tevfik Cezayirli’yi öldürdüğünde, arkada 25 yaşında bir eş ve 3 çocuk bırakır. Muhtar’ın eşi Pembe, bu acıya dayanamayıp birkaç yıl sonra akli dengesini yitirir. Oğlunun biri İzmir’e yerleşir. Diğer oğlu ile kızı, köyde evlenirler ve hayatlarını orada sürdürmeye devam ederler.
Bu arada Mustafa'nın anne tarafından akrabası olan Değirmenci Pisili Tahir Usta Gevenes Köyü’nde yaşanan bu acı olayın türküsünü bestelemiştir. Bu türkü bugün düğünlerde okunan, herkesin diline düşen Ormancı türküsüdür.
Hayatının kalan yıllarını bu olayı unutmaya çalışarak geçiren Mustafa Şahbudak da 28 Mart 2005 günü İzmir Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 83 yaşında ölür.
Erkan Karagöz'ün , Milliyet bloglarındaki bir yazısında biraz daha farklıdır olayın seyri ...
Bir de ordan izleyelim:
22.06.1946 yılında, sıcak bir haziran akşamında, Gevenes Köyü’nün sevilen ve saygı duyulan genç muhtarı Hacı Ahmet Oğlu Tevfik Cezayir ile samimi arkadaşı Soğanların Mustafa Şahbudak, köyün ovaya bakan kahvesinin önünde, iddialı ve dostça dama oynamaktadırlar.
Sevilen bu iki gencin dama oyunları, köylüleri tarafından ilgiyle izlenmektedirler. Bu iki gençten birinin muhtar olması, diğerinin de köyün ağasının oğlu olması ilgiyi artırmaktadır. Bu iki genç, oyunun sonucuna göre kim yenilmişse seyirciye ikramda bulunmaktadır.
6 Haziran sabahı dağda yangın çıkmıştır. Orman yangınının çıktığı civardaki, köylüler yangını söndürmek için müdahale eder. Muhtar Tevfik akşam üzeri bekçiyi yangın mahalline gönderir, bekçiden kendi köyünün hudutlarında yangın olmadığını öğrenir.
Ormancı Sarı Mehmet sarhoş bir halde kahveye gelir:
- “Dağ yanıyor, siz burada oyun oynuyorsunuz! Çabuk oyunu bırakın, yangını söndürmek için yangın yerine koşun” der.
Ve o sırada yumruğunu Muhtar Tevfik ve Mustafa’nın dama oynadığı masaya vurur. Dama taşları etrafa saçılır. Muhtar Tevfik:
- “Ben bekçiyi gönderdim. Bizim hudutta yangın sönmüş” deyince, Ormancı,
-“Ulan sen benden daha mı iyi bileceksin? Derhal yangın yerine gideceksiniz !” deyince, Mustafa Şahbudak Ormancı’ya bir tokat atarak gönderir. Ormancı az sonra tekrar gelir. Bıçağıyla Mustafa’ya saldırır. Mustafa kolundan yaralanır. Ve tabancasını Ormancı’yı vurmak için ateşler. O sırada Muhtar Tevfik de Ormancının önüne geçmiştir. Kaza kurşunu ile Muhtar Tevfik ağır yaralanır. Ormancı da kasığından ve topuğundan yara alır. Olay yerinden kaçar. Köylüler yaralı muhtara sal yaparak, Muğla’ya hastaneye yetiştirmeye çalışırlar. 43 yaşındaki Tevfik’in bir gün sonra, Muğla’dan ölüsü gelir. 24 yaşındaki Mustafa Şahbudak da üç buçuk yıl ceza alır.

Bu olay üzerine Tahir Usta “Ormancı Türküsü”nü dile getirir.

On yıl öncesine kadar köyde türkünün çalınması da, söylenmesi de yasaktı. Acısı o kadar taze yani .
Olayın yaşandığı yer, Çaybükü köyünün iliştiği ve ‘Belen’ olarak adlandırılan tepecik üzerindeki kahvedir.



..................................



Ormancı türküsünün sözleri........


Çıktım Belen Kahvesi'ne baktım ovaya,
Bay Mustafa çağırdı, dama oynamaya.
Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı,
Söz dinlemez ormancı, çekmiş kafayı.

Aman ormancı, canım ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı.

Köyümüzün ortasında, değirmen döner,
Değirmenin suları, dağından iner.
Ormancıya atılan kurşun, Tevfik'e döner,
Tevfik'in feryatları, yürekler deler.

Aman ormancı, canım ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı.

Köyümüzün suları da hoştur içmeye,
Üstünde köprüsü var, gelip geçmeye.
Tevfik'imi vurdular, hiç mi hiç yere,
Yazık ettin ormancı, köyün iki gencine.






Yararlanılan kaynak : ormancı.info


.................................................



Peki , Ormancı Mehmet İN in ne diyor bu konuda ?

Aşağıda okuyacaksınız ..




ORMANCI'DAN MEKTUP VAR...!

ORMANCI SARI MEHMET'İN 1967 YILINDA NAZMİ YÜKSELEN'E YAZIP GÖNDERDİĞİ MEKTUP...

Sayın Nazmi Yükselen

Bendeniz Orman Muhafaza memuru Mehmet İn.Sizlere bu mektubu yazmamın sebebi söz,güfte ve sesi size ait olan "Ormancı"türküsü'nün şahsımla ilgisi olduğundan dolayıdır.Başımdan geçen olay bambaşka bir anlamda yorumlanarak türkü haline getirilmiştir.Böylece şahsıma ve mesleğimize bir leke sürülmüş oluyor.

Size olayı başından sonuna kadar anlatacağım.Sene 1946,aylardan temmuz.Sıcakların oldukça kuvvetli olduğu zamanlar.Gevenez köyü ve civarı ormanları cayır cayır yanmakta,bizler geceyi ve gündüzü yangın mahallinde geçirmekteyiz.Günlerce süren yangın nihayet söndürülebilmişti.Vazifemiz veçhile yangının failini aramaya koyulduk.Gizli tahkikatlarımızı yapıyorduk.Bütün zanlarımız yangının çıktığı mahalden o günü geçen bir gençte toplandı.İfadesini almak için köy muhtarına o gencin çağrılmasını tebliğ ettik.O akşam kahveye geldim.İçerisi epey kalabalıktı.Bir kenarda Muhtar Tefik ve Bay Mustafa dama oynamakta idiler.Yanlarına giderek muhtara o genci çağırttın mı?dedim.Hayır dedi.Sinirlenmiştim.Yaptığımız amme vazifesine niçin önem vermiyorsun dedim ve elimi masanın üzerine çarptım.O sadme ile dama masası devrilmişti.O anda suratıma kırbaç gibi bir tokat yapıştı.Bana vuran da Bay Mustafaydı.Aklım başımdan çıkmıştı.Üzerimde bulunan bıçağımı çektim gibi Bay Mustafa'ya sapladım.Kahve'nin içi birdenbire karışmıştı.Bay Mustafa tabancasını çekmiş tam ateşlemek üzereyken,birisi seslenmişti.Kaç vuracak seni.Kapıdan dışarı çıktığım anda bir silah sesi duyulmuştu.Patlayan mermi muhtarın göğsüne isabet etmişti.Köyde çok sevilen muhterem Gevenez köyü muhtarıcan vermiştir.Beni ziyaretinizi beklerim.20.09.1967

Adres:Mehmet İn,Orman Muhafaza Memuru,Orman Bölge Şefliği.

KAYNAK:Orhan Bahtiyar,Güz Zamanı Bahar Rüzgarı-Nazmi Yükselen'in Müzikle Dolu 50 Yılı'nın Hikayesi,3.Baskı,Eylül Matbaası,Milas,2005,s.57.


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Şeytan Dağındaki Dilek Ağacı


Şeytan Dağındaki Dilek Ağacı..
Ünye’de ağaçlara ve mezarlara bez bağlama inanışı



Umutlarım dallarda asılı
Gözlerim yollarda kaldı
Ellerim gökyüzünde bekledim seni..
Gelmedin..
Bir gece çıktım yola
Şeytan dağındaki ağaca gittim.
Beyaz mendilimi astım dallara
Dilek diledim..
Ve bekledim
Beyaz atın üzerinde
Mor kahküllü şehzade gibi
Geleceğin günü

Dilek ağaçları Anadolu’da yaygın bir inanıştır.
Derdine çare bulamayan veya çare arayan insanların, bir takım güçlerden yardım isteme yoludur.
Ağaçlara bez bağlayarak dilek dilemek, Türklerin anayurtlarından, Ötügen’den Altay’lardan, Ural’lardan, Ergenekon’dan ve ilk dinleri Şamanizm'den getirdikleri ve İslam’a monte ettikleri bir inanış şeklidir..
Çocuğu olmayanlar, çocuğu olan birinin giysilerinden alıp ağaca bağlarsa çocuğu olacağına, evlenme yaşı geçmiş kızlar iç çamaşırlarını ağaca bağlarlarsa evleneceklerine inanırlar, daha birçok benzeri istekler için ağaçlara bez bağlarlar.
Bu yolla köyde ne kadar, çocuk meydana gelmiştir veya ne kadar evlenen olmuştur bilmek zor.
Bu gibi büyü, sihir, yatırlara ve ağaca bez bağlayarak dilek dilemek, muska gibi şeylere Anadolu’da çok inanılır. Bunların çoğu Türklerin eski dinlerinden ve Anadolu'da yaşamış medeniyetlerden aldıkları şeylerdir..
Dinimizle bir ilgisi yoktur.
Çocukluğumda mahallemizde böyle işlerle uğraşan, Muskacı Durmuş diye biri vardı. Muskacı Durmuş her gece yıkılmaya yüz tutmuş tahtaları kararmış evinde cinleri ile ayin yapardı.
Mahallemizin üst tarafı mezarlıktı.
Mahallede genel bir inanış vardı. O gün gömülen ölüler, gece sabaha karşı mezarlarından kalkarlar Muskacı Durmuş’un kapısına gelerek, bizi kabir azabından kurtar diye yalvarırlardı. Bunu bütün Ünye'deki köpeklerin Türbe Mahallesine toplanıp hep bir ağızdan ulumalarından anlarlardı..
Muskacı Durmuş’u bir akşam bir salın üzerinde yatmış vaziyette dört adam getirdiler.
Bütün mahalleli toplandı başında,
-Durmuş ölmüş, dediler.
Durmuş ölmemişti, bir definenin sırrını çözmeye çalışırken cinleri tarafından kara büyü yaptığı için ruhu ele geçirilmişti. Ayaklarından baş aşağıya bahçedeki dut ağacına astılar Durmuş’u.. Ve biraz ilerdeki kuyudan çektikleri kova kova suları boşalttılar üzerine.. Üç gece baş aşağı asılı kaldı ağaçta Durmuş.. Sonra iyileşti ve bir daha kara büyü yapmamaya tövbe etti..
Biz konumuza tekrar geri döbnelim.
Türklerin Müslüman Ortaasya’daki dinleri “Şamanizm” di. Altıncı yüzyıldan sonra Arap akınları ile Müslümanlıkla tanıştılar. Hemen hepsi bir gecede Müslüman olmadı.. Yüzyıllar sürdü. Birçok Türk boyları direndiler. Bugün, Müslüman olmayan, başka dinleri seçen ve Şamanizm’de kalan Türk devletleri vardır. Moldovya’daki Gagauz (Gökoğuz) Türkleri Hıristiyan’dır.

Ortaasya’daki Yakut Türkleri Şamanizm dinindendirler. Hazar Türklerinin kalıntıları olan Karaim Türkleri bugün Litvanya’da yaşarlar Yahudi’dirler. Ama hepsi Türk’tür ve Türkçe konuşurlar.
Türklerin eski dinlerinden getirdikleri bir inanış şekli de ağaçlara bez bağlayarak dilekte bulunmaktır.
Bu bir Şamanizm inancıdır..
Gökteki Tanrıya beyaz, yer ruhlarına kırmızı, yeraltı ruhlarına ise siyah bez bağlanır, bu yolla, Tanrı’ya isteklerini iletirler. Bugün bile bazı bölgelerde bir çok Şaman geleneğinin izlerine rastlanır.. Ağacı, dağı, tepeleri hayvanları kutlu saymak, uzun ömürlü olması için çocuklara Yaşar, Durmuş, Duran, gibi isimlerin konması, türbelere adak adanması, dilek ağaçlarına çaput bağlanması ve nazar değmemesi için tahtaya vurmak gibi adetler Müslümanlıkla ilgisi olmayan Şaman gelenekleridir.. Şamanist inanışlarındaki, dağların ağaçların, ulu ve büyük şeylerin yerini bugün evliyalar, yatırlar ve ağaca bez bağlamak almıştır.
Türkler, Şamanizm’den sonra İslâmiyet’i kabul etmiş ve bu dinin kurallarına uymuşlardır. Ancak eski inançlarından gelen uygulamalarını tam silip atamamış, bir kısmını yeni dinin içine taşımıştır. Ortaasya’daki eski Türk topluluklarının inanç sistemlerini oluşturan “Atalar kültü”, “Tabiat kültü” ve “Gök Tanrı kültü”, “Ağaç kültü” günümüze kadar gelmiştir. Halkın yatırlardan, evliyadan yardım dilemesi eski dinin ritüellerini İslam’a uydurmaktan başka bir şey değildir.
Ağaç, ise eski Türklerde önemli bir ter tutardı. Kökleri, göğe doğru yükselen gövdesi, dal, budak ve yaprakları, eski çağlardan beri insanların dikkatini çekmiştir. İnsan büyüyen, gelişen ve sonunda çürüyen ağaçla, kendi yaşamı arasında bir benzerlik görmüştür.
Altaylı kavimlerde en çok çam ve kayın ağaçlarının kült olarak kabul edildiğini, bunları çınar ve servi ağaçlarının takip ettiği, bu ağaçlara yapılan duaların İslamiyet içinde de devam ettiği gözlemlenmiştir..
Ağaç kültü, Türk toplulukları içinde daha çok Tahtacılar ve Yörüklerde yayılmıştır. Onların ağaçlara büyük saygı ve bağlılıkları vardır. Muharrem ayında ağaç kesmek yasaktır. Hafta içinde ise, Salı günleri ağaç kesilmez. Tahtacılar en çok, sarıçam, ladin, köknar ve ardıcı; Yörükler ise, karadut, çınar ve katran ağacını kutlu sayarlar, Bugün, Tunceli, Adıyaman, Elazığ’da, meşe ve ardıç ağaçlarını ziyaret etmek, , ağaç dallarına dilek çaputları asmak halen yaygındır.

Türklerin eski dinlerinden getirdiği inanışlar.

-Gece tırnak kesilmesinin uğursuzluk sayılacağı.
-Yola giderken önünden kara kedi veya tavşan geçince, bir belâ geleceği.
-Yola giderken arkadan su dökmenin ve tilki görmenin uğur getireceği,
-Ölünün elliikinci gecesi, etinin kemiğinden ayrılacağı.
-Güneş tutulmasında teneke çalınarak, cinlerin kovulacağı.
-Yere düşen aynanın kırılmasının kötülük, kırılmamasının iyilik getireceği.
-Bacalarda öten baykuşun uğursuzluk getireceği.
-Evlerde görülen karıncanın bereket getireceği
-Köpeğin uluması halinde, evden cenaze çıkacağı
-Yıldız kayması denen olayda, birinin öldüğü inancı.
-Makas ve bıçak gibi kesici şeylerin elden alınması halinde, kavga edileceği
-Nazar değeceğine inanıldığında, kulak memesini çekip tahtaya vurulması.

Araştırma: Yaşar Karaduman Fotoğraf: Gülşen Kanık

Yazının orijinali ÜNYEHABERPOSTASI'ndadır


Devamı İçin Tıklayınız...>>

YABAN TV : KATLİAM TV Mİ ?







Aykırı yazılarıyla tanınan gazeteci Ersin Tokgöz, Türkiye'nin ilk yaban hayatı ve avcılık kanalı olarak yayına geçen Yaban TV'ye yüklendi. Ersin Tokgöz'ün analizi, Ufuk Güldemir'i biraz kızdıracak!

İŞTE ERSİN TOKGÖZ'ÜN YAZISI


İlk Katliam Kanalı Yaban TV'nin Öğrettikleri

Yıllar önceydi...
Bir dervişle ilgili kıssada okuduğum bir cümle zihnimden hiç silinmedi:
-Yolunun nasıl bir yol olduğunu anlatırken öğrencisine "Bu yola giren yalan demez. Haram yemez. Bu yol, karıncayı bile incitmekten çekinenlerin yoludur..." diyordu. Yolun dini tarafını dışarıda bıraksanız bile, ister Konfüçyüs öğretilerinin din dışı olan ama dini buyruklarla birebir örtüşen yapısı, ister Kant'ın tamamen seküler ahlak anlayışı isterse dini öğretilerin ilahi buyruklar olsun... Buluştukları payda aynıydı; hani olması gereken insani duyarlılığa ve ahlaki duruşa direkt inen bir bakış.
Dolayısıyla dar anlamından sıyrılsam da bu söz taşıdığı değer açısından, silinmedi...
Onun için, hiçbir zaman anlayamadım bu duruşu ters çeviren ve en nihayetinde kibre denk düşen yönelişleri. Onun için, Türkiye'nin ilk katliam kanalı olan Yaban TV'yi izlerken, katledilenlerden çok, ellerine aldıkları silahla sırf zevk için sonlandırdıkları her yaşamdan sonra attıkları zafer naralarını anlamakta zorluk çekiyorum.

Nasıl bir güdü, hangi tatminsizlik, hangi kompleks, hangi bastırılmış şiddet eğilimi adına avcılık diyerek mantığa bürüdükleri bu şiddet eğilimini anlaşılır kılardı? İnsanların Kabil'den kalma yanlarının kan dökmeye meyilli olduğu ve sürekli bastırdıkları bu duyguyu bir şekilde ortaya çıkaracakları/çıkardıkları söylenir. Ama Kabil'in bir amacı vardı en azından. Kötü de olsa, bir davaydı onun için. Hiç olmazsa zevk için öldürmemişti.
İyi de, avcılık adıyla yapılan katliam ne menem bir istekti? Anlamak için günlerce izledim avcıları Yaban'da. Gözlerinde okuyabildiğim, yalnızca katıksız bir kibirdi. Hani şeytanın "Benim en sevdiğim günahtır" dediği o marazileştiren haslet.

Öldürüyor, seviniyorlardı... Öldürmek için bekliyor, öldürmenin vahşetini beklemenin sabır kısmına atıfta bulunarak derviş edasında "Av, çok gezene değil sabredene gelir" diye manifestoya dönüştürüyorlardı. Bir örnek duruşlar, gözlerde aynı bakış ki tek anlama sabit; kibir... Ne hastalıklı bir duruş...
Aslında doğanın insanları ehlileştirdiği, dinginliğe giden yolu açtığı, insanın yabana açıldıkça insani özüne döndüğü söylenir. Ama işte yabana kibirlerinden açılan bu öldürme meraklıları, yabandan dönünce de aynı marazi duruşu sergilemekten geri duramıyorlar. Çünkü yabandan aranan; insanı, insani bağlarından koparan yapaylıklardan kurtulma hevesi değil burada. Genlerin Kabil'e çalan tarafını açık etmek ancak...
"Öldürebilecek kadar büyüğüm. Hem de zevk için. Selam olsun sana Mefistofeles!" Tamam, bu hastalıklı varoluşları yabanda kalsa, kibirlerini sadece yabandaki canlıları katlederek gösterseler, kabul etmesek de "tamam" diyeceğiz. Ama bir de "yabandan dönüş" var? Bu sefer ne yapmalı? Öldüren ben, öldürebilen ben, yabanı dize getiren o muhteşem avcı, dokunulmazlığına halel geldiği zaman ne yapar?

İşte burada kibirden beslenen korku giriyor devreye... Bakın... Yaban'ın babası Ufuk Güldemir adeta peygamber havasında kerameti kendinden dokunulmazlığını ilan etmiş... Her ne kadar insanlar içine dönse de Alaska'daki o elindeki silahıyla avlarına karşı kazandığı dokunulmazlığı burada da sürdürme sevdasında. Herkesi eleştiriyor, en üst perdeden ahkam kesiyor ama kendisi eleştirilmeye görsün, eleştiriyi geri çektirmek için yaptığı baskılar, avcıdan kaçan avın gösterdiği hırçınlıklar, olmadı susturmak için peşpeşe açtığı davalar... Gırla. Çünkü, belki gören gözü bilgeliğe götürecek yaban gerçeği, kibrin bir son durumu olarak ortaya çıktığı için ters tepki yapmıştır. Her kötü, bir iyiye işaret eder derler. Onun için biz de yabandan öğrenmek için yabana çıkmayız. Sadece aramızda yaşayan yabanlara bakıp ufak ufak ermeye başlarız. Az şey mi?

kaynak: Haberola.com

medyafaresi




Devamı İçin Tıklayınız...>>
 
Clicky Web Analytics