Kuraklık : Akdeniz afeti

Akdeniz, Akdenizlilerindir.

Akdeniz, bir deniz bile değildir; o bir denizler bütünüdür.

Ve bu denizler adalarla dolu, yarım adalarla kesilmiş ve dallı budaklı kıyılarla çerçevelenmiştir.

Akdeniz, bir deniz olmayıp aralarındaki az veya çok geniş kapılar aracılığıyla bağlantı kuran sıvı ovaların birleşimidir.

Akdeniz; ırkların , dinlerin, adetlerin, uygarlıkların olağan üstü harmanında hiç de yok edilemeyen bir özgürlüktür. (Fernand BRAUDEL )

Bu iklimin insanların hayatı açısından eksikliği, yağmurların yıllık dağılımından kaynaklanmaktadır. Yağmur çok yağmaktadır.hatta bazı noktalarda ölçüsüz bir şekilde yağmaktadır.Fakat yağmurlar ilkbaharda ve sonbaharda gelmektedir. Bu kabaca , muson iklimlerinin tersidir. Muson iklimleri sıcaklık ve suyun verimli buluşmalarını örgütlemektedir. Akdeniz ikliminin ise bu önemli hayat faktörlerini, tahmin edilecek sonuçlarıyla birlikte ayırmaktadır.Yaz döneminin ‘’ şanlı gökleri ‘’ ağır bedeller ödetmektedir.Kuraklık her yerde akan suların duraklamalarına veya kurumalarına hükmederek, doğal sulamayı etkilemektedir.

Kuraklık bütün otçul bitkilerin duraklamasına hükmetmektedir; bunun sonucu olarak tarım için olduğu kadar bitkiler için de kuraklığa uyum sağlama, değerli su dağılımını en çabuk ve en iyi şekilde kullanma zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır.

Kış bitkisi buğday olgunlaşmak ve faal hayat devresini tamamlamak için mayıs – haziran ayından itibaren acele etmeye başlamaktadır.

Mısır ve Andaluçya da ise nisan ayından itibaren, Tunus’taki zeytin ağaçları meyvelerini olgunlaştırmak için belirleyici sonbahar yağmurlarından yararlanmaktadır.

Öyle gözükmektedir ki, dry farming çok erkenden ampirik ( yalnız görgüye dayalı usul ) olarak her tarafta uygulanmıştır. Ve bu sadece Fenikelilerin yaptıkları deneylerden sonra değildir.

Doğudan gelen sulama, çeşitli yöntemleriyle birlikte çok erkenden Akdeniz alanına nüfuz etmiştir.

Bu sulama tekniklerinin Akdeniz’e geldikleri yollardan uzun zamandan beri kurak ülkelere uyum sağlamış olan bir çok bitki de (otçul ve ağaççıl ) gelmiştir.

İsa’dan önceki birinci binde bağ ve zeytin yetiştiriciliğinin denizin doğusundan batısına doğru geniş ölçekte yayılmasını gerçekleştirmiştir.. Akdeniz’in iklimi nedeniyle ,ağaççıl kültürlere yönelmesi alnına yazılmıştır.Bir bahçe olduğu kadar besleyici ve tanrısal ağaçların da ülkesidir.

Buna karşılık ,Akdeniz iklimi sıradan ağaçları ve orman oluşumunu teşvik etmemiştir.Veya en azından onların oluşumunu garanti etmemiştir.

Akdeniz’in iklimsel oluşumu orman , çok erkenden insanların saldırısına uğramış ve geniş ölçüde –çok geniş ölçüde – yok edilmiştir.

Yerine yenisi ya yetersiz veya hiç konulmamıştır.Bunun sonucu olarak ormanın yozlaşmış biçimi olan çalılıklar ve makilikler yer almıştır.Avrupa’nın kuzeyine nazaran Akdeniz çok erken etsiz bir ülke haline gelmiştir.

Bütün hesaplar yapıldıktan sonra odun bize tencerenin içindeki yemek kadar pahalıya mal olmaktadır

Akdeniz de gerçek , otlakların azlığıdır.

Bu durum yağmur tarafından yıkanan toprakların üretken unsurlarını kaybetmeleriyle – otlaklar aslında Akdeniz kuraklığının en iyi muhafızıdır – gübre kullanımının zorunlu olduğu kuzey ülkeleri gibi yerlerin zengin tarımları için gerekli olan büyükbaşların ,burada az sayıda olmalarına neden olmaktadır.Keçiler ve koyunlar, etlerinden çok yünleri için yetiştirildikleri için et iaşesinin açığını kapatmaya yetmemektedir.

Akdeniz hakkında dalga geçerek yazan bir coğrafyacı ‘’ yeteri kadar et yok, fakat çok fazla kemik var ‘’ diyordu. Kuzeyli insanlar için daha XVI yy. da bile Akdeniz hayvan varlığı açık verir olarak; sığırlar sıska ve koyunlar düşük ağırlıklı gözükmektedir.

Aynı şey atlar için de söylenebilir.Akdeniz’de çok güzel atlar vardır. Türk atları, Napoli’nin küçük atları, Anduluç’ya yük beygirleri, Kuzey Afrika’nın Berber atları. Bu atlar hızlı, canlı binek hayvanlarıdır. Ve gelecek yüzyılda kuzeyin büyük at, eşek ve katırları karşısında modası geçecektir. Yulaf , Akdeniz dünyasıyla yeni tanışmaktadır, arpayı insan hayvanlara vermekten çok kendileri yemektedir.

Her şeyi bununla açıklamayı arzu etmeksizin kaydedelim ki, eğer toprağı ancak çizen saban Akdeniz tarlalarında tutunabildiyse, bunun nedeni sadece ekili toprağın niteliği ve narinliği olmayıp, aynı zamanda sürüm hayvanları olan öküz ve katırların yeterli güce sahip olmamalarıdır da.

Gerçekte Akdeniz bu koşullar tarafından ağırlaşan temelli bir fakirlikle mücadele etmektedir.

Gerçek ve zahiri kolaylıklara rağmen hayat burada narindir .Herkes Akdeniz’in tatlılığına,

o kadar övülen güzelliğine kendini kaptırmaktadır.Güneşten, renklerden, ılık havadan,

kış güllerinden, turfanda meyvelerden herkes büyülenmektedir. (Tıpkı, Vicenze’deki halkın sokak yaşamı, geniş bir şekilde önleri açık dükkanlar karşısında şaşkına dönen ve parlak güney ışığından evine biraz götürmeyi düşleyen GOETHE gibi.)

Gerçekte Akdeniz insanı bütün çabasını sarf ederek gündelik ekmeğini zorlukla kazanmaktadır. Muazzam alanlar işlenmeden kalmakta ve çok az yarar sağlamaktadır. Besleyici toprak hemen her yerde iki yılda bir nadasa tabidir ve bu büyük verimlilikleri önleyen yöntemdir.

Bu fakirliğin aşikar işareti bulunmaktadır ; AZLA YETİNME.

Anadolu’da bulunan Flaman Busbec 1555’de şöyle yazıyor; ‘’ Öyle sanıyorum ki, gerçeği yaralamaksızın bir Flamanın bir günlük masrafını karşılamak için gerekenin, bir Türkü 12 gün yaşatmak için yeterli olduğunu ifade edebilirim. ... Türkler mutfağın ve ona bağlı olan her şeyin cahilidirler ; azla yetinme konusunda aşırıdırlar ve yemek seçme konusunda pek hassas değildirler; eğer tuz, ekmek ,sarımsak veya bir tane soğanları varsa ve biraz da ayranları bulunuyorsa başka bir şey istememektedirler, bunlarla bir türlü yapmaktadırlar ... Çoğu zaman iyice soğuk suyla sütü karıştırmakla yetinmektedirler, bununla iştahlarını bastırmakta ve büyük sıcakların onlarda meydana getirdiği harareti söndürmektedirler. ‘’

Bu azla yetinme; biraz pirinç, biraz güneşte kurutulmuş et ve közde kaba bir şekilde pişirilmiş ekmeğin yettiği, seferdeki Türk Askerlerinin en büyük güçlerinden biri olarak sıklıkla kaydedilmiştir.

Fakat acaba Rum, İtalyan, İspanyol köylüsü hatta kentlisi bu konuda Türklerden daha mı zordurlar? Théopline Gautier de daha bir yüzyıl önce, ağır kürekçilerin mesleğinden ötürü kaslanmış yakışıklı kayıkçıların, kayıkları üzerinde sadece çiğ hıyarla beslenerek,

günlerce yaşamalarına şaşırarak, bunların çok az olan gıdalarını kaydediyordu.(1853)

Akdeniz edebiyatında sofra zevkine ilişkin küçük bir yer acaba fark edilmiş midir ?

Yemek tasvirleri – tabi söz konusu hükümdarların sofrası değilse – asla bolluktan söz etmemektedir.

Bandello’nun öykülerinde iyi bir yemek ; biraz sebze, biraz Bologna sucuğu, işkembe ve bir kadeh şaraptır. Don Kişot ‘un yemek listelerini veya şu atasözünü hatırlatmak gerekir mi?

‘’ Eğer bir tarla kuşu Anduluçya’dan geçmek isterse, yanında yemini de getirmelidir ‘’

Bahçe, meyvelik veya deniz ürünleri ne kadar cezbeder olursa olsun, bugün bile iyi donatılmamış bir sofra ‘’ örneklerin çoğu itibarıyla yetersiz beslenme sınırında ‘’ bir gıda rejimi söz konusudur.

Bu azla yetinme bir erdem veya ‘’ zevk eksikliği ‘’ değildir, - Busbec gibi konuşursak- bir zorunluluktur.

Akdeniz toprağının halklarına dayattığı fakirlikten, buranın verimsiz kalkerli toprakları,

tuz felaketine maruz kalan geniş alanlar yumuşak toprakların nadirliği,

işlenebilir toprakların narinliği de sorunludurlar.

Yalnızca kötü tahta sabanın ancak tırmalayabildiği ince toprak tabakaları rüzgar ve afet sularının insafına kalmışlardır.

Bunlar ancak insan çabasıyla yerlerinde tutunabilmektedirler.Ve köylünün sürekli dikkat ve özenini boşa çıkartan uzun süren belalar döneminde yalnızca köylülük değil, besleyici toprağın kendi de yok olmaktadır.

Akdeniz’de eğer ekilerek korunmazsa ölmektedir. Çöl ekilebilir alanı pusuda gözlemekte ve eline geçirince de asla bırakmamaktadır. Toprağın köylü çabasıyla korunması veya yeniden inşa edilmesi bir mucizedir.

Orman, otlak ve özel olarak verimsiz olan alanlar dışında işlenen alan ;

1900’lerde İtalya’da toprakların %46’sını, İspanya’da %39.1’ini, Portekiz’de %34.1’ini ve Yunanistan’da sadece %18.6’sını meydana getirmektedir.

1936 ‘da Rodos’ta 144.000 hektardan 84.000’i işlenmemektedir. Denizin güney kıyılarında rakamlar daha da felakettir.

İşlenen topraklar acaba ne vermektedir?

İstisnai –sulama hariç – çok az bir şey; bundan da iklim sorumludur.

Akdeniz’de hasat hiçbir yerde olmadığı kadar dengesiz unsurların insafına kalmamıştır.

Eğer hasattan önce güney rüzgar eserse, buğday tam anlamıyla olgunlaşmadan ve olağan büyüklüğe erişmeden önce kurumaktadır.Veya olgunlaşmışsa taneleri dökülmektedir.

Eğer su baskınları kışın alçak toprakları istila ederse, tohumlar tehlikededir.

Eğer, ilkbaharda gökyüzü çok erken açılırsa olgunlaşması epeyi ilerlemiş olan üzüm bazen telafisi mümkün olmayan bir şekilde donmaktadır. Hasattan son ana kadar emin olmak, asla mümkün değildir.

Akdeniz tarlalarını tehdit eden bu felaketler listesine çekirge belasını da ekleyelim.

Bir hasadın, onu pusuda bekleyen bütün tehlikelerden birbiri ardına kurtulması nadir olaydır.Verimler düşüktür ve buğday ekim alanlarının sınırlı yüzeyleri de hesaba katılınca,

Akdeniz daima açlık sınırındadır.

Birkaç kere ısı sıçramasının olması, yağmur yağmaması, insanların hayatlarının tehlikeye girmesi için yeterlidir. Ekmek fiyatları yağmura göre artmakta veya düşmektedir.

Bu durumda her şey -hatta - siyaset bile değişmektedir.

Bu kıtlık durumunda hem köylü eşkiyalığı ile deniz korsanlığı, şiddetlerini iki katına çıkartacaklardır.(1558)

Bütün bunlar XVI. Yüzyılda Akdeniz’deki gıda durumu hakkında açıklayıcıdırlar.

Sadece basit bir ‘’ ekonomik ‘’ sorun değil , aynı zamanda ‘’ hayati ‘’ bir sorun.

Bunun anlamı ; açlığın, insanları sokakta öldüren - hakiki - bir gerçek olmasıdır.

Venedikli NAVAGERO 1521’de ‘’ Anduluçya’da öylesine bir açlık oldu ki,sayılamayacak kadar hayvan öldü ve ülke çöl olarak kaldı.Çok sayıda insan öldü. Öylesine kuraklık oldu ki, buğdaylar yok oldular ve tarlalarda ot bile bulunmaz oldu. Bu yıl Anduluçya’nın cins atlarının büyük bir kısmı yok oldular ve bugüne kadar (1525) yerlerine yenileri konulamadı.’’ diye anlatmaktadır.

Bu uç bir örnektir.

Fakat yılların dizisi içinde, her hükümetin buğday avına çıkması ve insanların açlıktan ölmelerini önlemek için – her zaman başarılı olmasa da – kamusal dağıtımlar örgütlediği kaydedilmektedir.

Yüzyılın ikinci yarısında ( 1586 - 1591) ağır bunalım bütün Akdeniz’i etkilemiştir.

Bu bunalım Akdeniz’i kuzey teknelerine açmıştır. Normal yıllar içinde bile hayat asla kolay, asla bolluk içinde değildir. XVI yy. sonunda Guzman’ın anlatısı içindeki şu cümleyi tartınız ; ‘’ Kuraklık sonucu yıl kısırdı. Refah yıllarında bile çok çalışmak zorunda kalan Sevilla bundan çok ızdırap çekti.’’

Akdeniz tarihinin kalbinde şu zorlamalar rol oynamaktadırlar; fakirlik, yarının belirsizliği.

Belki de bilgeliğin ,azla yetinmenin , insanların çalışkanlıklarının nedenleri bunlardır.

Ve belki de , bazen gündelik ekmek ihtiyacından başka bir şey olmayan, içgüdüsele benzeyen bazı emperyalizmlerin de nedenleri bunlardır.

Akdeniz zayıflıklarını yenebilmek için ; davranmak, kendi evinin dışına çıkmak,

uzak ülkelerin katkıda bulunmalarını sağlamak, onların ekonomilerine ortak olmak zorunda kalmıştır. Ve bunu da yaparken tarihini önemli ölçüde büyütmüştür.

KAYNAK : Fernand BRAUDEL Akdeniz ve Akdeniz Dünyası

İmge Yayınevi Ağustos 1993 cilt 1 sayfa 287

DERLEYEN : Engin Özdemir Aralık 2003 , Alanya

Fernand BRAUDEL (1902-1985 ): ‘’ Akdeniz’i ihtirasla sevdim ‘’ diye sözlerine başlayan F. Braudel ilk kez 1946 da bir doktora tezi olarak sunduğu ve 1949 da yayınladığı ‘’ Akdeniz ‘’ daha sonraları yazar tarafından defalarca gözden geçirilmiş, değiştirilmiş ve genişletilerek zenginleştirilmiştir. Braudel’in bu eserinde yaptığı ‘’ bir başka tarihtir’. Çünkü tarihsel bir nesne olarak ele aldığı bir ‘’ Deniz’dir’’. Yirmi yıllık bir çalışmanın ürünü olan Akdeniz’i hazırlama aşamasında , Venedik, Parma, Modena, Florensa, Cenova, Napoli, Paris, Viyana, Simascas, Londra, Krakov,Varşova arşiv ve kütüphanelerinden yararlanılmış, Türk arşivlerinden , ‘’ zengin, muhteşem olarak bahsetmekle, buralara girişin zorluğundan dolayı Batılı kaynaklara baş vurularak Türk ülkelerinin ve Türk etkisi altındaki ülkelerin tarihi dışarıdan görülmüştür’’ denmektedir. 1550 – 1600 yılları arasındaki Akdeniz’i anlatan bu kalın, 3 ciltlik kitaplar dizisi Mehmet Ali KILIÇBAY tarafından çevrilmiştir.

BU DERLEME, Günümüz için ‘’ Ders olur, ibret alınır ‘’ düşüncesi ile, Akdeniz coğrafyasının ve ikliminin yansıttıklarından - sadece – ilgi alanımıza giren kuraklık - çok kısa- olarak özetlenmiştir. Engin ÖZDEMİR , Mevsimsiz


0 yorum:

 
Clicky Web Analytics