Ömer AKŞAHAN
-Mevsimsiz-
Her kitapseverin yaptığı gibi, hem internetten, hem yazılı basından çok satan kitaplar listesi okur, fırsat buldukça kitapçıları dolaşırım. Bilgiye olan açlığımı doyuracak yeni yapıtlar ararım. Kitabın yargılandığı -hem de yazarın yaşına, başına bakılmaksızın- bir ülkede mutluluğu kitaplarda bulmaya çalışırım. Çok mu bu isteğim, ne dersiniz? Oysa bakın, bu yıl öğrencilerin bir dönemde kaç kitap okuduğu, bunların hangi kitaplar olduğu karnesiyle velisine duyurulacak! Kitap adına, alkışlanacak bir uygulama değil de nedir?
Konya’ya yola çıkmadan önce okumak için kitaplığımı karıştırırken gözüme Ernst Fischer’in “Sanatın Gerekliliği” ilişti. 1974 yılında satın aldığım -ilk baskı- bu kitabı yeniden okumama neden olan ilk cümlesi; “Onsuz edilemeyen bir şeydir şiir – ama neden onsuz edilemez bir bilsem.”diyordu Jean Cocteau. Bir çoğumuz kitap satın alırken arka kapak yazısını okur, çoğumuz için bu sayfa önemlidir. Ancak daha önce satın aldığınız bir kitapsa ve uzun zaman önce okuyup bir köşeye iliştirdiğinizse onu yeniden okumak için arka kapak yazısına gerek yoktur. Doğrudan içine girer ve ilk cümlesinin sizi yakalamasını beklersiniz, benim Fischer’in kitabında yaşadığım gibi.
Her kitap bir serüvendir. Fikrin doğuşundan basımına değin yaşanan onca ilginç olay, adeta tiyatro kulisinde yaşananlara benzer: Güç, iktidar, aşk, aldanma, aldatılma, yanılma, çalma, sözünde durmama, ne ararsan vardır. Eğer bir kitabın perde arkası yazılabilseydi, kim bilir asıl kitaptan daha çok satardı. Aşağıda vereceğim örnek yanılmalar konusunda güzel bir örnek olabilir:
“Bir gün Paris’te bir yayınevinin kapısından 14-15 yaşlarında bir çocuk girer. Koltuğunun altında bir tomar kağıt vardır. “Şiirlerimi kitap halinde bastırmak istiyorum.”der.
Yayınevi sahibi gülümsemeden edemez. Ancak kendine pek güvenir görünen bu çocuğu kırmamak için,
“Şiir kitapları pek satılmıyor oğlum, bu nedenle basamam.”der. Genç şair kendine güvenerek,
“Benim şiirlerim satılır.”der ve ekler,
“Yazık, hata ettiniz. Bu ilk şiirlerimi basacak olsaydınız bundan sonraki eserlerimin yayın hakkını size verecektim.”
Bu çocuk ileride dahi bir şair ve romancı olacak Victor Hugo’dan başkası değildir.(1)
Sözü Fischer’den açtınız ama son zamanlarda sizi ağaçlar üzerine yazmaya iten şey neydi, derseniz; yanıtım bir psikolog kadar etkili olmasa da çocukluğuma yaptığım kısa yolculuklar diyebilirim. Öyle ya, onlar da hastalarının çoğu ruhsal sorunlarının çözümünü geçmişte aramıyorlar mı? En iyisi onlar söylemeden ben itiraf edeyim, dedim, n’olmuş yani. Hatta anneme olan özlemimi ağaçlarla özdeşleştiriyor da olabilirim. Rahmetli ağaçları hastalık derecesinde severdi. Küçücük bahçemizde yetiştirmediği ağaç türü kalmamıştı. Nerden buluyorsa bir üzüm çubuğunu hemen ilk gördüğü yere sokuştururdu. Hepsi de maşallah tutmuştu. Bildiğim kadarıyla yedi çeşit üzüm asmamız vardı. Bunların arasında en çok pembe razakı üzüme bayılırdım. Toprağına ışık yağsın rahmetlinin.
Şeker bayramının üçüncü günü erik bahçemize gittik. Güz incirleri topladık, çıtlık topladık. Hormonsuz olduğu için her birinin tadı bir başkaydı. Kendimizi ödüllendirdik. Ne zaman bahçeye gitsek eşimin mutluluğu bir kat daha artıyor, sağlık sorunlarını unutuyor, neşeleniyor. Heyecanla ağaçların arasında dolaşıyor. Ağaç sevgimiz orada doruğa çıkıyor dersem abartmış olmam. Herkese de ağaçlarla dost olmayı, onlarla konuşmayı öneririm. Geçmiş toplumların tarihinde, sosyal yaşamlarında ağacın ne denli önemli olduğunu bilirdim de aşağıda okuyacağınız ölçüye ulaşacağını düşünemezdim.
“Djagga zencileri ağaç kimin toprağında yetişmişse o adamın kızkardeşi sayıyorlar ağacı. Ağacı kesme hazırlığını bir kızkardeşin düğün hazırlığı gibi yapıyorlar. Ağacın kesileceği günden bir gün önce ona süt, bal vb. getirip “mana mfu (giden çocuk), kızkardeşim sana bir koca veriyorum, seni alacak, benim kızım.”diyorlar. Ağaç yere devrilince de sahibi, “Beni kızkardeşimden ettiniz.”diye başlıyor dövünmeye.”(2)
İlkel toplumlarda sanata geçişin buna benzer törenlerle başladığı yapılan araştırmalarla ortaya çıkmıştır. Ağacın kutsallığına olan derin inanış değil midir ki, günümüzde hâlâ ağaçlara çal çaput bağlanarak dilekler tutuluyor.
“G. Strehlow orta Avustralya’daki Aranda ve Loritja oymaklarıyla ilgili olarak şunları yazıyor:
‘Bir kadın gebe kaldığını, yani ratapa!nın (totemin) içine girdiğini anlar anlamaz, doğacak çocuğun dedesi… bir mulga ağacına gider ve bireyi atalarına ve evrene bağlayan gizli totemden (tjurunga’dan) küçük bir parça keser, üstüne bir hayvan dişiyle totem atası ya da kendi totemiyle ilgili işaretler de çizer… Totem, totem atası, totemin çocuğu (törelerde özel süsleri ve maskeleriyle temsil eden kişi) tjurunga türkülerinde bir tek bütün olarak belirir…’” (3)
Yine günümüzde sevgili adlarının baş harfinin ağaç kabuğuna çakıyla kazınıp kalbin ortasına yazma geleneği demek ki Avustralyalı atalarımızdan miras bir şeymiş!
Halen yaşamakta olduğumuz batıl inanışların kökeninde bu totem inançları yatmıyor mu? Özellikle son zamanlarda artma eğilimi gösteren linç girişimleri de bana ilkel dönemleri anımsatıyor. Toplumsal travma yaşadığımız 12 Eylül öncesine bir dönüş mü var, ne dersiniz?
Yirmibirinci yüzyılın kralları nasıl olacak dersiniz? Geçmişte kralın yeri ise şuydu:
“Nijerya’da krallar önceleri sadece kraliçelere kocalık ederlerdi. Toprağın ürün verebilmesi için kraliçelerin gebe kalması gerekirdi. Ay-Tanrının yeryüzündeki temsilcileri sayılan erkekler görevlerini yerine getirdikten sonra kadınlar tarafından boğulurdu.
Hititler öldürülen kralın kanını tarlalara serperler, etlerini de kraliçenin bakıcı kızları yüzlerine dişi köpek, kısrak ve dişi domuz maskeleri takarak yerlerdi. Anaerkillikten ataerkilliğe geçilince kraliçenin yetkileri de krala geçmeye başladı. Kral yapma memeler takıp uzun etekli giysiler giyerek kraliçenin yerini aldı. Onun yerine sözde-kral kurban edilmeye başlandı ve sonunda sözde-kral’ın yerini de hayvan kurbanlar aldı. Gerçek efsaneye; büyücülük törenleri dinsel tapınmaya; en sonunda büyücülüğün kendisi de sanata dönüştü.” (4)
Şimdi ise, demokrasimizin sözde-kralları siyasi parti liderleri miydi yoksa?
Rahmetli iki ablamın bana ağaç olmasını, gölgelerinde yeni düşlere yelken açmayı ne kadar da isterdim., Peki ya siz, kızkardeşinizin ne olmasını isterdiniz?
Kaynakça:
(1) Mavisel Yener, ‘Yol Arkadaşlarıma’ adlı yazısı, Çamlı Bahçeninin Giz(li) Sözleri, 20.05.2004, İzmir
(2) Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Çeviri: Cevat Çapan, s.49, Konuk Yayınları, 1.Baskı,1974, İstanbul
(3) a.g.y., s.53
(4) a.g.y., s.50 Ömer AKŞAHAN ,Mevsimsiz
O ÇEYREK BURAYA GELECEK
2 yıl önce
0 yorum:
Yorum Gönder