2007 Su Raporu


Yaşamın temelini oluşturan ve devamını sağlayan, kültürlere biçim veren, tarih boyunca uygarlıkların kaderini belirleyen su vazgeçilmez bir değerdir. Yeryüzündeki miktarının zamanın başlangıcından beri artmadığı göz önüne alındığında sınırlı ancak yenilenebilir bir özelliğe sahip suyun sosyal, ekonomik ve ekolojik yaşam için önemi tartışılmazdır.
Dünyada içilebilir-kullanılabilir su miktarı, yeryüzündeki toplam su miktarının çok küçük bir bölümüdür. Yerkürede bulunan suyun % 97’si tuzlu su, % 3’lük bölümü ise tatlı su olarak tarif edilen, içilebilir ya da kullanılabilir suyu oluşturmaktadır. Bu suyun % 79’u, kutuplardaki buz dağlarında ve % 20’si derin yeraltı sularında depolanmıştır. Ulaşılması mümkün olan su kaynakları ise, göller, nehirler, akarsu, çay, dereler ve tatlı su rezervuarlarında yer alan % 1’lik bölümdür. Sonuç olarak, dünya genelinde içilebilir-kullanılabilir su miktarı yukarıda ifade edilen toplam içinde % 0,007 civarına karşılık gelmektedir. Ancak, su miktarının sınırlı olması suyun kıt olduğu anlamına gelmemektedir.

Karalardan ve denizlerden buharlaşan suyun yeryüzüne yağış halinde inmesi ve bu olayın devamlı tekrarlanması olarak tanımlanan “su döngüsü”, suyun yenilenebilir özelliğini ortaya koymaktadır. Karalardan buharlaşan su miktarı yılda 71 bin kilometreküp iken karalara inen yağış hâlindeki su yılda 110 bin kilometreküptür. Aradaki 40 bin kilometreküplük fark ise okyanuslardan ve denizlerden buharlaşan su miktarı olan 425 bin kilometreküp ile yağış hâlinde aşağı inen 385 bin kilometreküp arasındaki fark ile dengelemektedir. Yağış hâlinde aşağıya inen 40 bin kilometreküplük olan ilave su miktarı akış hâlinde olan su kaynağını oluşturmaktadır. Bu 40 bin kilometreküplük suyun 25 bin kilometreküpü çok hızlı akışlar hâlinde denizlere ulaşmaktadır. 15 bin kilometreküplük kısmın aşağı yukarı 5 ila 6 bin kilometreküplük kısmı, insanların az olduğu bölgelere yağış olarak düşmektedir. Geriye kalan 9 bin kilometreküplük su, içilebilir-kullanılabilir su miktarını vermektedir. 9 bin kilometreküplük su, 6 milyarlık bir nüfusa bölündüğünde ortalama olarak içilebilir-kullanılabilir su miktarı, yeraltı suyu kaynakları hariç 1500 m3/kişi/yıl olmaktadır.

Ancak;

• Dünya üzerinde 1.2 milyar insan güvenilir içme suyundan yoksun yaşamaktadır.

• 2.4 milyar insan da sağlık koşullarına uygun suya erişememektedir.

• Dünyada kullanılan suyun % 85’ini nüfusun % 12’si tüketmektedir.

• Avrupa’da ortalama su kullanımı 200–300 litre/gün ve Amerika Birleşik Devletleri’nde 575 litre/gün olmasına rağmen kalkınmakta olan ülkelerde yaşayan halkın beşte biri insan hakkı olarak kabul edilen en az 20 litre/gün suya ulaşamamaktadır.

• Kalkınmakta olan ülkelerde en zengin halkın % 20’si şebeke sistemi ile ulaşan suyun % 85’ini, halkın en yoksul % 20’lik kısmı ise sadece % 25’ini kullanabilmektedir.

• Dünyanın belli bölgelerinde (Afrika’nın büyük bölümü, Orta Doğu, Çin’in kuzeyi, Meksika ve Kaliforniya) su rezervleri tükenmek üzeredir. Ayrıca artan nüfus, kentleşme ve kişi başına tüketilen suyun artması nedeniyle suya olan talep, arzı geçerken mevcut su kaynakları da sürekli kirlenmektedir.

İnsanların hem yaşamlarını devam ettirmesini sağlayan hem de yaşam kalitesini belirleyen su varlıkları; sanayileşme, tarım ve iklim baskısı ile birlikte azalmaya başlamıştır. Bir ülkede, su varlıklarının yeterli olup olmadığının en sağlıklı göstergesi yıllık yenilenebilir tatlı su miktarıdır. Bu miktarın kişi başına 1000 m3’ün altına düşmesi durumunda, o ülkenin “su kıtlığı” noktasına ulaştığı kabul edilir. Eğer, bir ülkede kişi başına yıllık yenilenebilir tatlı su miktarı 1000 ile 1670 m3 arasında değişirse, bu durum “su baskısı” olarak adlandırılır. Dünyada 2050 yılına kadar Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere 54 ülkenin su sıkıntısı çekeceği öngörülmektedir.

Mezopotamya’daki Ur ve Hindistan’da Indus havzasındaki Mohenjodaro kentlerinin geçmişte yok olmasına neden olarak içme suyu kıtlığı gösterilmektedir. Günümüzde ise, bir dizi teknolojik gelişmeye rağmen (su depolama, iletim tesislerinin planlama ve işletimi, arıtma tesisleri, kontrol ve hijyen çalışmaları), küresel iklim değişikliğinin ve kuraklığın yarattığı sorunlarla birlikte, geçmiş yüzyıllarla benzer kıtlık senaryolarını gündeme getirmektedir. Su paylaşımında yaşanan ülkeler arası sorunlar, suyun meta haline gelmesi, uluslararası tekellerin su yönetiminde etkin rol almaya başlamaları, bu kıtlık olgusunu tetikleyen gelişmelerdir.

Suyun Başı Tutuluyor...

1990’lı yılların ikinci yarısında suyun “ekonomik bir mal” olarak benimsenmesi, dünya üzerinde “ortak mal” niteliğindeki suyun ticari metaya dönüştürülmesine yol açmıştır. Suyun ticari bir meta olarak ilk tanımına 1992 yılında düzenlenen Uluslararası Su ve Çevre Konferansı’ndaki Dublin beyanında rastlanmaktadır. Aynı yıl Rio’da geçekleşen Çevre ve Kalkınma Konulu BM Konferansı’nda da suyun “eko-sistemin bir parçası, doğal bir kaynak ve sosyal ve ekonomik bir mal” olarak algılanması gerektiği belirtilmiştir.

“20. Yüzyıl’da petrol, devletler ve şirketler için ne ifade ettiyse, 21. Yüzyıl’da da ülkelerin varlık düzeyini belirleyecek, değerli bir meta olan su aynı değerde olacaktır.” öngörüsüyle yola çıkan hükümetler, sektördeki ulus ötesi şirketler ve uluslararası örgütler (Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası gibi) bir araya gelerek, 1996 yılında “Dünya Su Konseyi”ni kurmuşlardır. Konseyin kuruluş amacı dünya genelinde devletleri ve suyu yönlendirecek temel politikaları bu yapı içinde belirlemektir. Dünya Su Konseyi, her üç yılda bir düzenlediği ve en son 2006 yılında Meksika’da topladığı “Dünya Su Forumu” ile suyun ticari bir meta olduğunu yineleyerek, temiz kullanılabilir suya ulaşım sorununun özelleştirmeler yoluyla çözüleceğini vurgulamaktadır.

Küresel su politikalarına yön verme ve politika uygulama araçlarını geliştirme amacını taşıyan diğer bir kuruluş “Küresel Su Ortaklığı” (GWP) Ağustos 1996 yılında kurulmuştur. Aralarında Birleşmiş Milletler’in, hükümetlerin, çok ortaklı bankaların, meslek kuruluşlarının, özel sektörün, STK’ların yer aldığı bir örgüt olan Küresel Su Ortaklığı, Dünya Su Konseyi’nin belirlediği politikaları yürütmek ve bunların ülkeler düzeyinde benimsenmesini sağlamak amacıyla çalışmaktadır.

Suyun sermaye tarafından küresel düzeyde kontrol altına alınması için imzalanan en önemli anlaşma ise, 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nü oluşturan anlaşmalardan biri olarak imzalanan ilk çok taraflı olma özelliğindeki GATS-Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’dır. GATS’ın 2000 yılı Ocak ayından buyana sürdürülen genişletilme ve derinleştirme müzakerelerinin 11 ana gündem maddesinden biri “Su iletim sistemleri, enerji ve atık su işleme”dir. GATS’ta, su kamu hizmeti olarak kabul edilmemekte, suyun kaynaktan temini, işlenmesi, iletimi hizmetlerinin serbest piyasa koşullarında yapılması amaçlanmaktadır.

Suyun bir ihtiyaç olarak tanımlanarak metalaşması ve özelleştirilmesi, her insanın temiz içilebilir suya erişim hakkını göz ardı etmektedir. Diğer yandan dünya nüfusunun sadece % 5’i suyunu, ulusötesi şirketlerden alırken, yine de bu şirketlerin yıllık gelirleri dünya petrol ticaretinin yıllık gelirinin yarısına ulaşmış durumdadır. Sadece bu potansiyel bile suya ulaşma hakkının nasıl bir tehdit altında olduğunu göstermek için yeterlidir. Sağlıklı suya erişim sorunu, kaynak yetersizliklerinin bir sonucu olmaktan çok hizmetin artan fiyatını ödeyebilme sorunu ve ötesinde bir toplumsal adalet, bir eşit paylaşım sorunu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Cakarta, Manila, Lima ve Nairobi’de dar gelirli aileler, su tüketimleri karşılığında New York, Londra ve Roma’da refah içinde yaşayan insanlara göre 5–10 kat daha fazla bedel ödemektedir. Dar gelirli hane halkının ödeyemediği su faturaları ile yoksulluk ve alt yapı yetersizlikleri ve kamusal bir görev olan su hizmetlerinin özel sektöre devredilmesiyle ortaya çıkan yoksunluk insanların suya erişimini engelleyen önemli sorunlardır.

Kamu ve Özel Sektör Su İşletmelerinin Karşılaştırmalı Performansı

Akademik çevrelerin ve hatta Dünya Su Konseyi içerisinde yer alan Dünya Bankası’nın yapmış olduğu araştırmaların sonucuna göre gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kamu ve özel sektör su işletmelerinin karşılaştırmalı performansı konusunda genel olarak işletmelerin kamuda olmasından kaynaklı verimsizlik kanıtlanamamıştır. Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Manila ve Cakarta gibi özelleştirme politikalarının uygulandığı farklı ülkelerin deneyimlerini bir arada değerlendiren araştırmalar, kamu ve özel sektör hizmet sunucuları arasında kayda değer bir fark saptayamamıştır. Hatta özel sektör işletmelerinin, sızıntı ve kaçak su kullanımı sorunu ile baş etmek konusunda kamu işletmelerinden daha kötü bir performans sergiledikleri ortaya çıkmıştır. Bu noktada su hizmetlerinin özelleştirilmesinin su sorununda tek çözüm olarak sunulmasının ve bu yönde geliştirilen politikaların yegane dayanağı olan verimlilik olgusu da çürütülmüş olmaktadır.

Özelleştirme yalnızca insanların demokratik çevre haklarını engellememekte, aynı zamanda çalışanları ve çalışma haklarını da etkilemektedir. Jeffrey Skilling, Enron Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı 1997’de bir endüstri konferansında açıkça “Maliyeti %50-60 oranında azaltmalısınız, işçilerden kurtulun; onlar işleri yüzüne gözüne bulaştırırlar” demiştir. Tüm dünya genelinde kamu sistemleri 1000 su bağlantısı başına beş ila on çalışan istihdam ederken özel şirketler iki ila üç çalışan istihdam etmektedir. Bunun yanında özel işletmeciler yerel ve yabancı çalışanları için ayrı ücret skalaları uygulamaktadır. Özel şirketlerin kâr amacıyla yürüttükleri su hizmetleri pek çok yerde iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmadığı, işçilerin çalışma koşulları ve hayatlarının hiçe sayıldığı örneklerde kendini açıkça göstermektedir.

Türkiye’de Durum

Ülkemizin ekonomik olarak kullanılabilen su miktarı, yıllık çekilebilen 12,2 km3 yeraltı suyu ve yıllık tüketilebilen 95 km3 yüzey suyu olmak üzere toplam 107,2 km3 tür. Kullanım amaçlarına göre suyun % 74’ü sulama suyu, % 16’sı içme-kullanma suyu, % 10’u ise endüstriyel kullanım suyu olarak değerlendirilmektedir. Kişi başına düşen su miktarı 1995 yılında 8500 m3 iken, 1990’da 3625 m3’e 2000’de 3250 m3’e gerilemiştir. 2025 yılında bu değerin 2186 m3’e kadar ineceği tahmin edilmektedir. UNEP’in Raporu’na göre dünya ortalaması 7000 m3 olarak belirlenmiş olup, Türkiye 2006 yılı itibarı ile kişi başına 1430 m3 tatlı su kaynağı ile düşük sınıfta yer almaktadır.

Su kaynaklarının yönetimi ve planlanmasına dair yaşanan sorunlar, son 10 yılda Dünya Bankası ve uluslararası su tekellerinin ülkemiz su yönetimini belirleyen ticari girişimleri, nüfus artışı, kentleşme ve sanayileşme olgularına bağlı olarak artan su tüketim değerleri dikkate alındığında, nicelik açısından yenilenebilir tatlı su kaynaklarında bir azalma ile karşı karşıya kalındığı açıktır. Bunun yanı sıra su kaynaklarında aşırı çekim sonucu sahil kesimlerinde yeraltı suyu tuzlanması, tarımsal faaliyetlerde kullanılan kimyasallar ile evsel, endüstriyel atıklar nedeniyle kirlenme yaşanmakta, su kaynaklarının nitelik açısından korunması gereği ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Uluslararası çevre hukuku, uluslararası sözleşmeler, ülkemizin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. Maddesi, “çevreyi geliştirmeyi, çevre sağlığını korumayı, herkesin eşit ve yeterli yaşam koşullarına sahip olmasını…” güvence altına almaktadır. Ancak en başta çevre ve su hakkını özel sektör işletmeciliği hakkı olarak sunan yeni anayasa taslağı olmak üzere su havzalarına yönelik bir dizi olumsuzluk içeren Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği, Maden Kanunu Uygulama Yönetmeliği, 2A ve 2B Alanlarının satışı ile ilgili düzenlemeler su kaynaklarımızın yok edilmesine hizmet etmektedir.

Diğer yandan ülkemizde son dönemde gündeme gelen, özellikle İstanbul ve Ankara’da su kaynaklarının tükenmesi yönünde kaygı yaratan en önemli sorun olarak küresel iklim değişikliği ön plana çıkarılmıştır. Büyük şehirlerin susuz kalmasının ve kuraklığın nedeni hükümet ve yerel yöneticiler tarafından küresel iklim değişikliğine bağlanmıştır. Oysa ülkemizin 8 – 10 yılda bir dönemsel ve bölgesel kuraklığa uğradığı yetkililerce dile getirilmekte; dünyada ve ülkemizde küresel iklim değişikliğini tetikleyecek birçok neden olduğuna dikkat çekilerek daha temkinli davranılması önerilmektedir. Örneğin Ankara’da yaşanan su sıkıntısının arka planında, şehrin uzun dönem su ihtiyacının hesaplamalarında kentin yeşillenmesi, araç sayısının geometrik hızla çoğalması, bahçeli ev sayılarındaki patlama, eğitimi ve kültür düzeyi yükselen toplumlarda su tüketiminin artma eğilimi vb. gibi koşullar yeterince değerlendirilmemesinin yanında şebekelerde % 50‘ye varan kayıplar ve mevcut içmesuyu havzalarında yeterli suyun depolanmayarak boşa akıtılması bulunmaktadır.

İstanbul‘da ise yasal olmayan, kontrolsüz yapılaşma ve sanayileşme ile kirletilen içmesuyu havzalarının İstanbul‘un su ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmesi ile birlikte 180 km uzaklıktaki Melen Çayı havzasından su getirme projesinin yapımına başlanılmıştır. GAP‘tan sonra ülkemizin en büyük projesi olarak tanımlanan proje, yüksek yatırım maliyetli olup Japon Hükümeti kredi kuruluşundan alınan krediler yardımıyla yürütülmektedir. Kredilerin geri ödemesi 2004 yılında başlamış ancak henüz proje tamamlanamamıştır. Diğer yandan İstanbul‘un acil su ihtiyacının karşılamak üzere İstanbul halkına yine yüksek su fatura bedellerine mal olacak deniz suyunun arıtılarak içmesuyu elde edilmesi projesi gündeme getirilmiştir.

Su Yönetiminde Yeni Yapılanmalar

Su hizmetlerinin kamu hizmeti olmaktan çıkarılması için ilk adım 1981 yılında çıkarılan 2560 sayılı İSKİ yasasının ile T.C. Maliye Bakanlığı’nın iznine bağlı olarak uluslararası kuruluşlara borçlanabilme olanağının da sağlanması olmuştur. Böylece su ve kanalizasyon sektöründe yeni bir idari yapılanma ortaya çıkmıştır.

Bu yeni yapılanmanın temel çizgisi şirketleştirme-özelleştirme kısaca suyun ticarileştirilmesi olarak adlandırılabilir. İSKİ yasasına tabi idarelerin, yasanın tanıdığı imkanı kullanarak Uluslararası Finans Piyasalarından kredi talep etmeleri ile kredi verecek kuruluşların ve özellikle Dünya Bankası’nın bir takım koşullarını da beraberinde getirmektedir. Finansman ihtiyacı içindeki idareler Kredi Kuruluşları ve Dünya Bankasınca dayatılan bu koşulları kabullenmekte, kredi anlaşmaları ve projelerle yeni bir kurumsal yapılanma içine girmektedirler.

Dış finansmana dayalı modelin uygulamaya konulması ile dünyanın en büyük su şirketleri Antalya belediye su işletmeciliği imtiyazına 10 yıllık süre ile el koymuştur. İzmit’te Yuvacık Barajı’nın işletme imtiyazı 16 yıllığına küresel bir şirkete devredilmiş, en son İzmit halkının susuz kalmasının yanında kamu kaynakları bu proje ile haksız şekilde şirkete akıtılmıştır. İstanbul’da, Adana’da, Bursa’da, Çeşme’de, Diyarbakır’da, Erzurum, Konya, Fethiye, Siirt, Sivas ve Van’da özellikle su kanalizasyon, arıtma, atık su projeleri çok uluslu şirketlerin oluşturduğu konsorsiyumlarla yürütülmektedir. Birçok belediye Dünya Bankası’nın, özel bankaların, çeşitli ülkelerin yatırım bankalarının fonlarını kullanarak atık su arıtma, içme suyu arıtma, su dağıtım sistemlerinin yenilenmesi, baraj inşaatı gibi projeleri çokuluslu tekeller aracılığı ile sürdürmektedir.

Bu yeni yapılanma sürecinde; nüfusu yüz binden düşük yerleşim yerlerinin alt yapı projelerini hayata geçiren Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü kapatılmış, öncelikle öz kaynaklarla bu hizmeti sürdüren İller Bankası, Dünya Bankası projeleri ile dış kaynaklara bağımlı hale getirilmiş, belediyelerin arkasındaki kamu finansmanını ortadan kaldıracak İller Bankası A.Ş. Kanun Taslağı hazırlanmış ve su hizmetlerinde kamu-özel ortaklığı çerçevesinde taşeronlaştırma politikası uygulanmaya başlanmıştır.

Dünya Bankası’nın Haziran 2006 tarihli Türkiye’de Su Yönetimi üzerine hazırladığı son raporunda sürdürülebilir su yönetimi ve gelecekteki su sorununun önüne geçilmesi için DSİ’nin sulama projelerinden vazgeçmesi önerisi yapılmıştır. Bu öneriler dikkate alındığında yakın bir gelecekte DSİ’nin bu fonksiyonunun da ortadan kalkacağı görülmektedir. Diğer taraftan halen DSİ Genel Müdürlüğünde Sulama Suyu Satış ve Dağıtımının özelleştirilerek özel sektöre devredilmesi çalışmaları sürdürülmektedir. Bu kapsamda öncelikle Diyarbakır - Silvan ve Balıkesir - Manyas sulama suyu özelleştirilmesinin altyapısı oluşturulmaktadır.

Diğer yandan Fırat, Dicle ve Kızılırmak olmak üzere 12'den fazla akarsuyun ve göletin kullanım hakkının 49 yıla kadar vadeler ile sulama amacıyla özel sektöre devri planlanmakta olup bu projenin sulama amacıyla sınırlı kalmayıp kısa süre içerisinde içmesuyu alanına da uzanacağı hükümet yetkilileri tarafından dile getirilmektedir. “Devletin boşa akan su kaynakları değerlendirme girişimi” olarak kamuoyuna yansıtılan proje, akarsuları metaya dönüştüren açık bir özelleştirme girişimidir. IMF ve Dünya Bankası borçları ödeyebilmek üzere yine bu kuruluşlarca dayatılan özelleştirme programına harfiyen uyan ve bu yolda orman ve mera alanlarını satılığa çıkaran zihniyet şimdi de akarsuları özel sektörün insafına terk etmektedir.

Sonuç Yerine

Temiz içilebilir suya erişim tüm dünya halklarının hakkıdır. Su yönetimi ile ilgili tüm politikalar; toplumun tamamının su kaynaklarına ulaşım hakkı olduğu ve su kaynaklarının kamu yararına uygun kullanımı temelinde oluşturulmalıdır. Herkesin ücretsiz, temiz su hakkı güvence altına alınmalıdır. Bu temelde Çevre Mühendisleri Odası’nın su kaynakları yönetimi üzerine görüş ve önerileri şunlardır;

• Su varlıklarının korunması ve gelecekteki ihtiyaçların karşılanması için, gerekli araç ve teknikler geliştirilmeli, bu noktada yeni bir bakış açısı öne çıkarılmalıdır.

• Ulusal ve yerel ölçekte, kamucu bir su politikası oluşturulmalıdır.

• Bireysel ve küresel ölçekte, eşitlikçi, doğa korumacı uluslararası bir su politikasının tesisinde Türkiye öncü ülke olmalıdır.

• Su varlıklarının korunması, geliştirilmesi, doğru ve planlı kullanımında, yasal düzenlemeler bilim ve toplum yararı ekseninde yapılmalıdır.
• Su politikası ve yönetiminde, görev ve yetki karmaşasını çözecek merkezi, yerel örgütlenmeler ve tüzel düzenlemeler, yeni bir anlayışla ele alınmalıdır.

• Mevcut su kaynakları, miktar ve kalite olarak korunmalı ve iyileştirilmelidir.

• Ülkemiz yeraltı ve yüzey suyu envanteri, kullanım ve tüketim senaryoları, kamusal bir bakışla ve katılımcı bir anlayışla yapılmalıdır.

• Hükümetler, ilgili kamu kurumları, üniversiteler ve meslek odaları ile işbirliğini, özellikle su konusunda acil ve öncelikli bir yaklaşım olarak ele almalıdır.

• Tarımda, sanayide ve konutlarda, suyun verimli kullanımına yönelik program ve projeler geliştirilmelidir.

• Su varlıklarının, atık sular, katı atıklar, tarımsal ilaç ve gübre kullanımı ile kirlenmesinin önüne geçilmeli, bu alanda proje ve yaptırımlar öncelikle tesis edilmelidir.

• İller Bankası ve DSİ Genel Müdürlüğü gibi kurumların, su politikaları ve su yönetimi alanındaki görev ve sorumlulukları yeniden tanımlanmalı, havza yönetimi temelinde yetkileri genişletilmelidir.

• Uluslararası su tekellerinin, kent ölçeğindeki su yönetimi politikalarına, bu alandaki projelerine karşı, kentsel su dağıtım şebekeleri ve arıtım sistemleri hemen kamulaştırılmalı, İller Bankası ve belediyeler eli ile yönetilmelidir.

Odamız, toplum ve kamu yararı eksenli politikaları hayata geçirmek, kamucu su politikasını ulusal, bölgesel ve kentsel düzeyde tesis edebilmek için bu alandaki çalışmalarını yoğunlaştırarak sürdürmeyi ve bu konuda yetkili makamları uyarmayı ve kamuoyunu bilgilendirmeyi kamusal sorumluluğu olarak görmektedir.


TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu

Çevre ve Mühendis 2007/Sayı: 28 "Su ve Havza Yönetimi" Sayısı

EKOLOJİSTLER.ORG

0 yorum:

 
Clicky Web Analytics