Şenlik bitti: Küre ısınıyor ...............

12.02.2008 Cumhuriyet / Osman NAMDAR

Doğa, ilk haline, kontrol edilemez duruma dönüyor, insan egemenliğinden kendini kurtarıyor

"Hazırım gelecek olan kargışa

son leylekler gitti. Az kaldı kışa;

duydum; tıkır tıkır ölümün saati."

Ahmet Oktay

N e kadar gelişmiş bir uygarlığa sahip olduysak doğadan o kadar uzaklaştığımız görülüyor; gelişmişlik sandığımız bu durumun insansoyuna sunduğu en büyük ödül de bireysel ve toplumsal acılarımızın artışı. Anlam ve çağrıştırdıkları açısından çok karamsar bir tümce bu. Ama ister istemez böyle düşündürtüyor içinde yaşadığımız çağ.. Şimdiden yazıyı okumaktan vazgeçebilirsiniz.

İnsanın yeryüzünde boy göstermesiyle birlikte, doğayla mücadelesi de başlamıştır. 150 bin yıl boyunca bu mücadelede doğanın sözü geçmiştir hep. Günümüzden 10­12 bin yıl önce tarım devrimiyle birlikte insan, doğa üzerinde yavaş yavaş egemenliğini kurmaya başlamış, sonra daha hızlı olarak da doğa üzerindeki bu egemenliğini perçinlemiştir. Tarım alanları açmış, ormanları yakmış, suların akışını değiştirmiş, saraylar, kentler kurmuş ve son olarak endüstri devrimiyle de doğaya karşı zaferini taçlandırmıştır. Ancak bu zafer, doğanın yıkımını daha da hızlandırmış, iklimleri değiştirmiştir. Süreç, dünyanın yavaş yavaş ısınmasına doğru yol almaktadır. Kaygılarımız dün erozyon üzerineydi, bugün küresel ısınma üstüne.

Öyleyse nedir bu küresel ısınma denen şey? Şöyle özetlenebilir belki: Atmosferi oluşturan ozon, karbondioksit, kloroflorokarbon grubu ve metan gibi gazlar, güneşten gelen ısının bir kısmını tutar ve yeryüzünün ısısının dengede kalmasını sağlar. Bu denge sayesinde nehirler, okyanuslar belirli bir sıcaklık düzeyinde kalır. Bu özelliğe sera etkisi deniyor. Bu dengenin korunmasında karbondioksit çok önemlidir. Günümüzde atmosferdeki karbondioksit miktarı enerji kullanımı ve hava kirlenmesine bağlı olarak hızla artmaktadır. Bu artışta enerji kullanımı ve sanayinin etkisi yüzde 75, ormansızlaşmanın ve tarımın etkisi yüzde 25 civarındadır. Atmosfere karbondioksit salınımında sanayileşmiş dediğimiz ülkelerin payını siz düşünün artık.

Atmosferdeki, karbondioksit ve ısıyı tutan diğer gazların miktarındaki artış, atmosferin ısısının yükselmesine, güncel deyimle küresel ısınmaya neden olur. Küresel ısınma ise buzulların erimesi ve okyanusların yükselmesi gibi ciddi sonuçlar ve bu sonuçlara bağlı olarak da iklim değişmelerine yol açacaktır. Kaygı bundan kaynaklanmaktadır.

İklim değişiklikleriyle, bitkisel üretimde yeni maliyetler ortaya çıkacak, dünya gıda üretim düzeni bozulacak, milyonlarca yoksulun üstündeki açlık baskısı daha da artacaktır. Hastalıklar daha farklı bölgelere yayılacaktır; çünkü mikroplar ve mikropları taşıyan canlılar da yaşam alanlarını değiştirecek (Taşıyıcılar, bugün uyum sağladığı bölgelerin ısısı ve doğal çevresi değiştiği için kendine uygun başka bölgelere göç edecek) karşılaştıkları direnç geliştirmemiş canlılar üzerinde daha öldürücü hastalık yapacaktır. Şimdi var olan türlerin birçoğu hızla yok olacak, yeni uyum için yüzlerce, binlerce yıl gerekecektir. Şu gerçek de artık biliniyor: Ekosistemlerde yıkım başlayınca artık geri dönüşü yoktur.

Ekosistemlerin (çevredizgelerin) oluşması yeryüzünde yüz binlerce yıllık evrimin sonucudur. Bir tür veya ırkın yaşadığı bölge, o tür ya da ırkın yaşayabileceği en uygun bölgedir ve yüzyıllar boyunca süren evrim sonucu o bölgeye uyum sağlamışlardır. Ama o uyumu sağlayıncaya kadar nice atalarını kurban vermişlerdir doğaya. O coğrafya, o ırk ya da türün "en iyi" yaşam alanıdır.

Dünyanın nüfus yükü arttıkça, lüks tüketim ve konfor arzusuyla daha çok tüketim nesnesi peşinde koşmaya başladı insansoyu. Bu açgözlülük yüzünden yıkım daha bir hızlandı. Üretim artışı ve verimlilik gibi hayallerle bölgesel ırklar ve türler yerine daha verimli(!) ya da üretken(!) ırk ve türler yetiştirildi. Hayvancılıkta da bitkisel üretimde de böyle yapıldı. Ülkemizde de hayvan ıslahında yerli ırkların yerine, Avrupa'nın koşullarına uygun ırklar getirildi ve nerdeyse son otuz yılda birkaç milyar dolar para ithalata gitti. Bu hayvanlar bir türlü uyum sağlayamadı. Elde kalanlar da ülkemizin çevre koşullarında dayanıksız. Oysa, tırnak yapısının sağlamlığından, meme dokusunun sağlamlığına, hastalıklara dayanıklılığından kuru otlarla bile beslense ürün ve yavru verebilme özellikleriyle yerli ırklarımız hiç göz önünde bulundurulmadı. Bitkisel üretimde de aynı durum söz konusu. Döl vermeyen melez tohumlardan, genetik yapısı değiştirilmiş tohumlara kadar tamamen dışa bağımlı bir yapı oluşturuldu. Yapılan ıslahlarla dayanıklı, pazar şartlarına uygun(!) denen sebze ve meyvelerle dolu tezgâhlar. Ama ani ısı değişikliklerinde hemen ölen bitkilerden elde edilen, iki günde buzdolabında çürüyen, tadı tuzu olmayan sebze ve meyveler sardı ülkemizi. Ama kuraklık tehdidiyle karşılaşınca anladık yerli hayvan ırklarıyla, yerli bitkilerimizin değerini. Gerçi uyduruk gen kaynaklarını koruma projeleri aracılığıyla kimilerine makam, kimilerine de doktor, profesör unvanları sunduk. Gerçi proje kapsamında korunacak hayvan ya da bitkimiz kalmamıştı ya, olsun! Şimdi, Kemer patlıcanını, Yuva kavununu arıyoruz tezgâhta. Kara İnekle Sarıkız'ı arıyoruz, ama bulsak bile onları ahıra çağıracak teyzeler de kalmadı.

Doğada, belirli alanlarda bulunan canlıların oluşturduğu gen havuzu bozulduğunda, yeni bir dengenin oluşması yüzlerce, binlerce yıl alır. Dünyanın dengesinin bozulması ise ancak yüz binlerce yılda, bambaşka bir dengenin kurulmasıyla sonuçlanabilir. Buzul çağı bu akışın bozulduğu büyük dönüşümlerden biridir. Küresel ısınmanın getireceği sonuç bu açıdan değerlendirilirse getireceği yıkım göz önüne getirilebilir.

İşte bu yüzden ölümün soğuk soluğunu ensemizde hissediyoruz şimdi. İnsan üretim araçlarını geliştirerek doğaya karşı kazandığı zafer, ancak 10 bin yıl sürdü. Şimdi doğa, ilk haline, kontrol edilemez duruma dönüyor, insan egemenliğinden kendini kurtarıyor. Belki diyalektik bakışla, her zafer içinde bir yenilgiyi de barındırır diye düşünebiliriz. 10 bin yıllık egemenlik ve iki yüz yıllık zafer sarhoşluğunun sonuna geldi insansoyu. Teknoloji ile elde ettiği uygarlık saçmalığının bizi yıkıma götüreceğini söyleyenlere kulak tıkayarak geldik bugüne. Yakıp yıktığımız, talan ettiğimiz doğa, yine eski günlerdeki gibi baş edilemez olmaya doğru ilerliyor.

Modern dünyada, endüstri devriminden sonra daha önceki dönemlere göre ücretli kölelikle artarak süren sömürü, insanın doğa üzerindeki tahakkümünün en azılı, en dayanılmaz aşamasıydı. Bu yoğun saldırı karşısında doğanın canı çok yandı ve kan kaybediyor artık. Yaktığımız ateş söndürülemez oldu ve bizi de yakacak. Dünyanın öbür ucunda olan bir yıkım veya doğaya verilen zarar, bu ucunda bizi de etkiliyor. Doğa bir beden gibidir çünkü ve fizyolojik bir bozukluk tüm bedeni etkiler.

Korku tellallığı değil bu. Olacakların öngörüsü. Çünkü Ahmet Oktay'ın dizeleriyle söylersek, "Yaşadık; hem iyiydi tarih hem kötü; / bir bilgelik damıttık acılardan / ordan kalma gözlerdeki ürküntü."

Bu yazıyı yazdım, belki bir kişi okur da bu arsız yapılan sömürüye karşı duyarlığı gelişir diye. Belki hâlâ zamanımız vardır diye. Ve kendime bir teselli olsun diye. Yine Ahmet Oktay'ın dediği gibi "çünkü sadece yazmak tesellidir / çektiğimiz acıya bu dünyada."

Doğa, ilk haline, kontrol edilemez duruma dönüyor, insan egemenliğinden kendini kurtarıyor

 
Clicky Web Analytics