KURAKLIK VE SU SORUNU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KURAKLIK VE SU SORUNU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Tuz Gölü'nde yaşam bitti mi?

29.09.2007 Radikal

Tuz Gölü'nün Gölyazı kıyılarında bulunan yüzlerce yavru allıturna ölüsü endişe yarattı. Uzmanlar yetişkinlerin başka göllerde yiyecek aradığını, uçamayan yavrularınsa açlıktan öldüğünü tahmin ediyor. Acil çözüm önerisi: Yapay göletler

DHA - KONYA -

Suları her geçen dakika azalan Tuz Gölü'nde hayat, en küçük ve güçsüzlerden başlayarak bitiyor. Göldeki suyun azalmaya başlamasıyla birlikte yiyeceksiz kalan allıturnalar birer birer ölmeye başladı.
Gölün Cihanbeyli ilçesi Gölyazı beldesi kıyılarında çok sayıda allıturna ölüsü bulundu. Allıturnaların sudaki omurgasız canlılarla beslendiğini hatırlatan uzmanlar, yetişkin allıturnaların diğer göllere uçarak yiyecek bulabileceğini, yavrularınsa uçamadığı için besinsiz kaldığını düşünüyor.
Tuz Gölü'ndeki tüyler ürpertici görüntüler Gölyazı beldesi sağlık ocağında görevli Dr. Osman Yanal sayesinde fark edildi. Arkadaşlarıyla göl kıyısında gezerken yüzlerce yavru allıturna ölüsü gördüğünü söyleyen Yanal, "Sular çekilince yiyeceksiz kalmış olabilirler" dedi. Bölgede 4 bin 400 yavru yaşıyordu.
Yetkililer, ne kadarının telef olduğunu, ne kadarının yaşadığını henüz belirleyemedi.
Peki kuşları kurtarmak için en azından acil bir önlem alınamaz mı?
Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Maden'e göre bir yol var. O da yavrular için yapay gölet oluşturmak:
"Bu ancak, Tuz Gölü çevresinde yapay göletler oluşturularak yapılabilir. Buradaki kuşların göletlerde yaşaması sağlanırsa ölümlerin de önüne geçmiş olunabilir. Ancak, bu da geçici bir çözüm olur. Çünkü havzada sürekli yeraltı su kaybı söz konusu. Tarlalarda vahşi sulama nedeniyle aşırı su israfı yapılmakta. Bu da tüm Konya Havzası'nda olduğu gibi Tuz Gölü'nde de hızlı bir su çekilmesine neden olmaktadır.
Tasarruflu su politikasıyla yer altındaki suyun kaybı önlenirse Tuz Gölü yeniden hayata döner ve filamingolar başta olmak üzere birçok yaban hayvanı eskisi gibi gölde rahat şekilde yaşayabilir."


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Bir sulak alan daha kurak alan oldu!

14.10.2007 Milliyet

Adana Akyatan Lagünü, DSİ'nin tarım amaçlı arazi kazanmak amacıyla bir ay önce başlattığı drenaj kanalı açma çalışmalarının da etkisiyle çöle döndü
Avrupa ile Afrika arasında göç eden milyonlarca kuşun geçiş yolu üzerindeki en önemli sulak alanlardan olan Adana Akyatan Lagünü, kuraklık nedeniyle çöle döndü. 270 türde milyonlarca kuşa yuva olan lagünde, yaklaşık 40 bin dönüm alanda sular çekildi.
36 yıl önce Uluslararası Ramsar Sözleşmesi'yle koruma altına alınan lagünde, DSİ'nin tarım amaçlı arazi kazanmak amacıyla bir ay önce başlattığı drenaj kanalı açma çalışmalarının da çölleşme sürecini hızlandırdığı belirtildi.

Van Gölü'nün 3 katı kayıp

Orman Mühendisleri Odası Doğu Akdeniz Şube Başkanı Selami Tece, kuraklığın sonuçlarının en açık şekilde görüldüğü Akyatan'da insan eliyle doğal su rejiminin bozulmasının kabul edilemez olduğunu belirterek, kanal açma çalışmalarına son verilmesini istedi.
Tece, Türkiye'de 40 yılda Van Gölü'nün 3 katı büyüklüğünde, yaklaşık 1 milyon 300 bin hektar sulak alanın kaybedildiğine dikkat çekerek şöyle konuştu: "Şu an ülkemizde 1 milyon 250 bin hektar sulak alan kaldı. Sulak alanlar çevrenin nem oranını yükselterek başta yağış ve sıcaklık olmak üzere yerel iklim üzerinde olumlu etkiler meydana getirirler. Yeraltı suları için kaynak görevi yapan sulak alanlar, su kaynaklarını veya başka bir sulak alanı beslerler."


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Sulak alanlar yok oluyor

31.10.2007 Cumhuriyet

Toplam 2.5 milyon hektarlık sulak alanın yarısının kaybedildiği Türkiye'de bu kaybın yaklaşık yüzde 25'i (320 bin 500 hektar) Konya Kapalı Havzası'nda gerçekleşti.

KONYA (AA) -
Konya İl Çevre ve Orman Müdürlüğü ile Doğal Hayatı Koruma Vakfı-Türkiye'den (WWF-Türkiye) alınan bilgiye göre Türkiye'de son 40 yılda 2.5 milyon hektarlık sulak alanın yarısı yok oldu. DSİ verilerine göre ise halen özellikle Konya Kapalı Havzası'nda, yarısından fazlası kaçak 50 bin su kuyusundan tarım amaçlı kontrolsüz su çekiliyor.
HAVZA YOK OLDU
Türkiye'de sulak alanların kaybedilmesi açısından en büyük zarar, dünyanın en önemli havzalarından olan Konya Kapalı Havzası'nda görülüyor. Havzanın tamamen kaybettikleri şöyle sıralanıyor: 16 bin hektarlık alana sahip Hotamış Sazlığı tamamen kurudu.
1982 yılına kadar 37 bin hektarlık alana sahip olan Ereğli Sazlıkları, besleyen kaynaklarının üzerine İvriz ve Ayrancı barajlarının kurulması üzerine kuruma sürecine girdi. Tamamen kaybedilen sazlıklarda sadece bahar aylarında az miktarda su birikiyor.
BARAJA KURBAN GİTTİ
1990'lı yıllara kadar 11 bin 250 hektar alanı bulunan Eşmekaya Sazlığı, baraj gölü hayaline kurban gitti. Baraj gölü kurulamadı, ancak çalışmalar yüzünden sazlık tamamen kurudu.
1150 hektarlık Bolluk Gölü de bu yaz tamamen kurudu. 830 hektarlık Samsam Gölü kurudu. Geçen yıla kadar toplam 860 hektarlık alanı bulunan Kulu Gölü, Küçük Göl ve Düden Gölü olarak ikiye ayrıldı. Düden Gölü tamamen kururken Küçük Göl, yaklaşık 250 hektarlık alanda can çekişiyor.


Devamı İçin Tıklayınız...>>

NASA: 2040'ta Türkiye çöle dönecek

06.08.2007 Sabah

Türkiye'de son 40 yılda Van Gölü'nün 3 katı, Türkiye'nin en büyük tatlı su gölü olan Beyşehir Gölü'nün 25 katı oranında sulak alan yok olurken, kara yüzeyinin yüzde 90'ında çeşitli şiddetlerde erozyon görülüyor ve verimli topraklar da hızla kaybediliyor.

Doğal Hayatı Koruma Vakfı-Türkiye ve TEMA'dan alınan bilgilere göre, küresel ısınma ve bilinçsiz tarımsal sulama yüzünden Türkiye'nin sulak alanları ve birbirini tetikleyen sorunlar yüzünden verimli toprakları kaybediliyor.

Son 40 yıl ele alındığında 2,5 milyon hektarlık sulak alanın yarısı çeşitli nedenlerle yok oldu. Bazıları sinek üreten bataklık olduğu gerekçesiyle kurutuldu, bazıları besleyen kaynaklarının üzerine baraj ve gölet kurulması nedeniyle kurudu, birçoğu da tarımsal sulamaya esir düşerek haritadan silindi.

Türkiye'de kaybedilen sulak alanların boyutu küçümsenmeyecek kadar büyük... Yaklaşık 1 milyon 250 bin hektarlık kuruyan alan, Marmara
Denizi'nin yüzölçümüne eşit. Sözkonusu kaybın Van Gölü'nün 3 katı, Türkiye'nin en büyük tatlı su gölü olan Beyşehir Gölü'nün 25 katı,
ülkenin en önemli göllerinden olan Tuz Gölü'nün ise 9 katından fazla olması dikkat çekiyor.

10 yıl önce 260 bin hektar olan Tuz Gölü'nün alanı bugün 130 bin hektara düşerken, giderek suyu azalan Beyşehir Gölü'nün önlem alınmazsa 3-5 yıl içinde bataklık haline geleceği belirtiliyor.

Nasreddin Hoca ile özdeşleşen, Türk kirazına kalite kazandıran, Akşehir Gölü ile beyaz kiraz üretiminde önemli rol oynayan Ereğli Sazlıkları kurudu. Ereğli'de sazlıkların kuruması yüzünden iklim bozuldu, meyve üretiminde kalite ve rekolte düştü.

5 MİLYON YILLIK GÜZELLİĞİ KAYBETTİK

''Dünyanın Nazar Boncuğu'' olarak nitelendirilen, 5 milyon yıl önce oluşan Meke Gölü, birkaç yıl içinde bataklık haline döndü. 5 milyon yıldır var olan güzellik birkaç yılda kaybedildi. Bunu gören yabancı turistler tepki gösteriyor ancak Konya Kapalı Havzası'nda 30 bin kaçak kuyudan su çekilerek gölün sonu getiriliyor.

Çok sayıda sulak alanın kuruduğu ülkenin yeraltı su seviyesinin yüzde 40'ını barındıran Konya Kapalı Havzası'nda tehlike daha ciddi boyutlara tırmanıyor. Son 20 yılda yeraltı su seviyesi alt havzalarına göre 20-40 metre azalan Konya Kapalı Havzası'nda, kuruyan sulak alanlarıyla yıllardır tehlike çanları çalıyor.

WWF'nin raporuna göre doğal kaynakları şu andaki hızında tüketilmeye devam edilirse, insanlığın 2050 yılında iki gezegene daha ihtiyacı olacak. Bu durum, biyolojik yenileme kapasitesinin yüzde 50 fazlasını tüketen Türkiye için daha büyük önem taşıyor. Çünkü Türkiye'de birbirini etkileyen sorunlar yüzünden sularla birlikte topraklar da kaybediliyor.

Türkiye'de her yıl tarım alanlarından 500 milyon ton, tüm ülke yüzeyinden 1,4 milyar ton verimli üst toprak erozyonla kaybedilirken,
ülkenin erozyonla kaybettiği bu topraklar, 25 santimetre kalınlığında, yaklaşık 400 bin hektar genişliğinde bir araziye eşdeğer olarak tutuluyor.

Bitki örtüsü ve özellikle ormanların tahribi sonucu, toprak erozyonu ile her yıl 1 milyar 400 milyon ton toprak göllere, denizlere taşınarak ya da barajları doldurarak yitiriliyor.

Ülke topraklarımızın yüzde 90'ında çeşitli şiddetlerde erozyon yaşanıyor (yüzde 63'ünde çok şiddetli ve şiddetli görülüyor) ve bu durumun Avrupa'nın 17, Kuzey Amerika'nın 6 katı civarında olduğu belirtiliyor. Türkiye'de akarsularla birlikte alandan taşınan toprağın, ABD'nin 7, Avrupa'nın 17 ve Afrika'nın 22 katı daha fazla düzeyinde olduğu
vurgulanıyor.

Fırat Nehri yılda 108 milyon ton, Yeşilırmak 55 milyon ton toprak taşırken, Keban Barajı'na 32 milyon, Karakaya Barajı'na 31 milyon ton toprak birikiyor. Bu birikme barajlardan faydalanmayı azaltıyor.Türkiye'nin topraklarının sadece yüzde 15'inin üstün verimli olduğunu bunların da giderek kaybedildiği belirtiliyor. Cumhuriyetin ilanından bu yana 44 milyon hektar mera alanı 12,3 milyon hektara kadar gerilerken, her yıl kaybedilen 1 milyar 400 milyon ton toprağın 500 milyon tonu tarım alanlarından gidiyor.

BÖYLE GİTMEMELİ

NASA'nın yaptığı araştırmaya göre, erozyonun şiddetlenerek devam etmesi ve etkili tedbirler alınmaması halinde Türkiye'nin büyük bir bölümü 2040 yılında çöl olacak.

Erozyonla baraj göllerinin dibine yığılan topraklar, barajların doğal ömrünü yüzde 50 oranında azaltabiliyor. Bunun sonucunda yüksek değerde hidrolojik enerji ve kullanma suyu kayıpları meydana geliyor.

Örneğin, dünya barajlarına erozyonla getirilip depolanan topraklar, enerji ve kullanma suyu bakımından yılda 6 milyar dolarlık bir zarara neden oluyor. Türkiye'de bunun tipik örneği Keban Barajı'nda görülüyor.

Türkiye'de 15 barajın (Altınapa, Bayındır, Buldan, Çaygören, Selevir, Çubuklu, Demirköprü, Hirfanlı, Karamanlı, Kartalkaya, Kemer, Kesikköprü, Seyhan, Sürgü, Yalvaç) ömürlerinin tahmin edilenden önce dolmuş ya da dolmak üzere olduğu vurgulanıyor. Bunlara ek olarak ülke ve bölge için büyük önem taşıyan Keban, Karakaya ve Atatürk barajlarında da tehlike çanları çalıyor.

GERİ KAZANMAK KOLAY OLMUYOR

Kaybedilen sulak alanlar ve verimli topraklar ekonomik açıdan büyük çapta zarara yol açarken, geri kazanımları kolay olmuyor.
Sulak alanları geri kazanmak, kuruyan gölleri eski haline getirmek için yüzlerce yıl gerekiyor. Örneğin Konya'da yeraltı su seviyesi giderek düşüyor. İçilebilir özellikteki temiz yeraltı suyu ile Tuz Gölü arasında kot farkı 15 metreye kadar indi.

Önceden 50 metrenin üzerindeki farkın 15 metreye kadar inmesi tehlikeyi beraberinde getiriyor. Böyle giderse 5-6 yıl sonra Tuz Gölü'nden yer altı suyuna doğru akış başlayacak ve temiz su tamamen bozulacak. Bu durumda da hayatın biteceği Konya Kapalı Havzası'nda yeraltı suyunun temizlenmesi için 1400 yıl gerekecek.

Aynı şekilde üretilemeyen bir kaynak olan verimli toprağın 1 santimetresi ortalama 500 yılda oluşuyor. Tarım yapılabilmesi için
gereken minimum 40 santimetrelik toprağın oluşması ise ortalama 20 bin yılda gerçekleşiyor.

1 ton buğday elde edilmesi için bin ton, 1 porsiyon bonfilenin yenecek halde sunulabilmesi için (hayvanın büyümesi, beslenmesi vb.) 9 bin 800 litre, 1 pilicin yenebilir hale gelmesi için 1200 litre, 1 kilo ekmek için 400-1200 litre suya gereksinimin duyulduğu günümüzde kaybedilen ülke suyu ve toprağı için harekete geçmenin önemine işaret ediliyor.
Yıllardır sulak alanların kuruduğu ülkede bilinçlenmenin, büyük kentlerde su kesintilerine gidilmesiyle başladığını belirten WWF-Türkiye ve Tema Vakfı yetkilileri, ''40 yılda 1,25 milyon hektar alanı kaybettik. Halen kayıplar sürüyor. Kişi başına düşen su azaldı, topraklarımız verimini kaybetti. Artık ülkede daha ciddi önlemlerin alınması gerekiyor'' dedi.

AA


Devamı İçin Tıklayınız...>>

2007 Su Raporu


Yaşamın temelini oluşturan ve devamını sağlayan, kültürlere biçim veren, tarih boyunca uygarlıkların kaderini belirleyen su vazgeçilmez bir değerdir. Yeryüzündeki miktarının zamanın başlangıcından beri artmadığı göz önüne alındığında sınırlı ancak yenilenebilir bir özelliğe sahip suyun sosyal, ekonomik ve ekolojik yaşam için önemi tartışılmazdır.
Dünyada içilebilir-kullanılabilir su miktarı, yeryüzündeki toplam su miktarının çok küçük bir bölümüdür. Yerkürede bulunan suyun % 97’si tuzlu su, % 3’lük bölümü ise tatlı su olarak tarif edilen, içilebilir ya da kullanılabilir suyu oluşturmaktadır. Bu suyun % 79’u, kutuplardaki buz dağlarında ve % 20’si derin yeraltı sularında depolanmıştır. Ulaşılması mümkün olan su kaynakları ise, göller, nehirler, akarsu, çay, dereler ve tatlı su rezervuarlarında yer alan % 1’lik bölümdür. Sonuç olarak, dünya genelinde içilebilir-kullanılabilir su miktarı yukarıda ifade edilen toplam içinde % 0,007 civarına karşılık gelmektedir. Ancak, su miktarının sınırlı olması suyun kıt olduğu anlamına gelmemektedir.

Karalardan ve denizlerden buharlaşan suyun yeryüzüne yağış halinde inmesi ve bu olayın devamlı tekrarlanması olarak tanımlanan “su döngüsü”, suyun yenilenebilir özelliğini ortaya koymaktadır. Karalardan buharlaşan su miktarı yılda 71 bin kilometreküp iken karalara inen yağış hâlindeki su yılda 110 bin kilometreküptür. Aradaki 40 bin kilometreküplük fark ise okyanuslardan ve denizlerden buharlaşan su miktarı olan 425 bin kilometreküp ile yağış hâlinde aşağı inen 385 bin kilometreküp arasındaki fark ile dengelemektedir. Yağış hâlinde aşağıya inen 40 bin kilometreküplük olan ilave su miktarı akış hâlinde olan su kaynağını oluşturmaktadır. Bu 40 bin kilometreküplük suyun 25 bin kilometreküpü çok hızlı akışlar hâlinde denizlere ulaşmaktadır. 15 bin kilometreküplük kısmın aşağı yukarı 5 ila 6 bin kilometreküplük kısmı, insanların az olduğu bölgelere yağış olarak düşmektedir. Geriye kalan 9 bin kilometreküplük su, içilebilir-kullanılabilir su miktarını vermektedir. 9 bin kilometreküplük su, 6 milyarlık bir nüfusa bölündüğünde ortalama olarak içilebilir-kullanılabilir su miktarı, yeraltı suyu kaynakları hariç 1500 m3/kişi/yıl olmaktadır.

Ancak;

• Dünya üzerinde 1.2 milyar insan güvenilir içme suyundan yoksun yaşamaktadır.

• 2.4 milyar insan da sağlık koşullarına uygun suya erişememektedir.

• Dünyada kullanılan suyun % 85’ini nüfusun % 12’si tüketmektedir.

• Avrupa’da ortalama su kullanımı 200–300 litre/gün ve Amerika Birleşik Devletleri’nde 575 litre/gün olmasına rağmen kalkınmakta olan ülkelerde yaşayan halkın beşte biri insan hakkı olarak kabul edilen en az 20 litre/gün suya ulaşamamaktadır.

• Kalkınmakta olan ülkelerde en zengin halkın % 20’si şebeke sistemi ile ulaşan suyun % 85’ini, halkın en yoksul % 20’lik kısmı ise sadece % 25’ini kullanabilmektedir.

• Dünyanın belli bölgelerinde (Afrika’nın büyük bölümü, Orta Doğu, Çin’in kuzeyi, Meksika ve Kaliforniya) su rezervleri tükenmek üzeredir. Ayrıca artan nüfus, kentleşme ve kişi başına tüketilen suyun artması nedeniyle suya olan talep, arzı geçerken mevcut su kaynakları da sürekli kirlenmektedir.

İnsanların hem yaşamlarını devam ettirmesini sağlayan hem de yaşam kalitesini belirleyen su varlıkları; sanayileşme, tarım ve iklim baskısı ile birlikte azalmaya başlamıştır. Bir ülkede, su varlıklarının yeterli olup olmadığının en sağlıklı göstergesi yıllık yenilenebilir tatlı su miktarıdır. Bu miktarın kişi başına 1000 m3’ün altına düşmesi durumunda, o ülkenin “su kıtlığı” noktasına ulaştığı kabul edilir. Eğer, bir ülkede kişi başına yıllık yenilenebilir tatlı su miktarı 1000 ile 1670 m3 arasında değişirse, bu durum “su baskısı” olarak adlandırılır. Dünyada 2050 yılına kadar Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere 54 ülkenin su sıkıntısı çekeceği öngörülmektedir.

Mezopotamya’daki Ur ve Hindistan’da Indus havzasındaki Mohenjodaro kentlerinin geçmişte yok olmasına neden olarak içme suyu kıtlığı gösterilmektedir. Günümüzde ise, bir dizi teknolojik gelişmeye rağmen (su depolama, iletim tesislerinin planlama ve işletimi, arıtma tesisleri, kontrol ve hijyen çalışmaları), küresel iklim değişikliğinin ve kuraklığın yarattığı sorunlarla birlikte, geçmiş yüzyıllarla benzer kıtlık senaryolarını gündeme getirmektedir. Su paylaşımında yaşanan ülkeler arası sorunlar, suyun meta haline gelmesi, uluslararası tekellerin su yönetiminde etkin rol almaya başlamaları, bu kıtlık olgusunu tetikleyen gelişmelerdir.

Suyun Başı Tutuluyor...

1990’lı yılların ikinci yarısında suyun “ekonomik bir mal” olarak benimsenmesi, dünya üzerinde “ortak mal” niteliğindeki suyun ticari metaya dönüştürülmesine yol açmıştır. Suyun ticari bir meta olarak ilk tanımına 1992 yılında düzenlenen Uluslararası Su ve Çevre Konferansı’ndaki Dublin beyanında rastlanmaktadır. Aynı yıl Rio’da geçekleşen Çevre ve Kalkınma Konulu BM Konferansı’nda da suyun “eko-sistemin bir parçası, doğal bir kaynak ve sosyal ve ekonomik bir mal” olarak algılanması gerektiği belirtilmiştir.

“20. Yüzyıl’da petrol, devletler ve şirketler için ne ifade ettiyse, 21. Yüzyıl’da da ülkelerin varlık düzeyini belirleyecek, değerli bir meta olan su aynı değerde olacaktır.” öngörüsüyle yola çıkan hükümetler, sektördeki ulus ötesi şirketler ve uluslararası örgütler (Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası gibi) bir araya gelerek, 1996 yılında “Dünya Su Konseyi”ni kurmuşlardır. Konseyin kuruluş amacı dünya genelinde devletleri ve suyu yönlendirecek temel politikaları bu yapı içinde belirlemektir. Dünya Su Konseyi, her üç yılda bir düzenlediği ve en son 2006 yılında Meksika’da topladığı “Dünya Su Forumu” ile suyun ticari bir meta olduğunu yineleyerek, temiz kullanılabilir suya ulaşım sorununun özelleştirmeler yoluyla çözüleceğini vurgulamaktadır.

Küresel su politikalarına yön verme ve politika uygulama araçlarını geliştirme amacını taşıyan diğer bir kuruluş “Küresel Su Ortaklığı” (GWP) Ağustos 1996 yılında kurulmuştur. Aralarında Birleşmiş Milletler’in, hükümetlerin, çok ortaklı bankaların, meslek kuruluşlarının, özel sektörün, STK’ların yer aldığı bir örgüt olan Küresel Su Ortaklığı, Dünya Su Konseyi’nin belirlediği politikaları yürütmek ve bunların ülkeler düzeyinde benimsenmesini sağlamak amacıyla çalışmaktadır.

Suyun sermaye tarafından küresel düzeyde kontrol altına alınması için imzalanan en önemli anlaşma ise, 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nü oluşturan anlaşmalardan biri olarak imzalanan ilk çok taraflı olma özelliğindeki GATS-Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’dır. GATS’ın 2000 yılı Ocak ayından buyana sürdürülen genişletilme ve derinleştirme müzakerelerinin 11 ana gündem maddesinden biri “Su iletim sistemleri, enerji ve atık su işleme”dir. GATS’ta, su kamu hizmeti olarak kabul edilmemekte, suyun kaynaktan temini, işlenmesi, iletimi hizmetlerinin serbest piyasa koşullarında yapılması amaçlanmaktadır.

Suyun bir ihtiyaç olarak tanımlanarak metalaşması ve özelleştirilmesi, her insanın temiz içilebilir suya erişim hakkını göz ardı etmektedir. Diğer yandan dünya nüfusunun sadece % 5’i suyunu, ulusötesi şirketlerden alırken, yine de bu şirketlerin yıllık gelirleri dünya petrol ticaretinin yıllık gelirinin yarısına ulaşmış durumdadır. Sadece bu potansiyel bile suya ulaşma hakkının nasıl bir tehdit altında olduğunu göstermek için yeterlidir. Sağlıklı suya erişim sorunu, kaynak yetersizliklerinin bir sonucu olmaktan çok hizmetin artan fiyatını ödeyebilme sorunu ve ötesinde bir toplumsal adalet, bir eşit paylaşım sorunu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Cakarta, Manila, Lima ve Nairobi’de dar gelirli aileler, su tüketimleri karşılığında New York, Londra ve Roma’da refah içinde yaşayan insanlara göre 5–10 kat daha fazla bedel ödemektedir. Dar gelirli hane halkının ödeyemediği su faturaları ile yoksulluk ve alt yapı yetersizlikleri ve kamusal bir görev olan su hizmetlerinin özel sektöre devredilmesiyle ortaya çıkan yoksunluk insanların suya erişimini engelleyen önemli sorunlardır.

Kamu ve Özel Sektör Su İşletmelerinin Karşılaştırmalı Performansı

Akademik çevrelerin ve hatta Dünya Su Konseyi içerisinde yer alan Dünya Bankası’nın yapmış olduğu araştırmaların sonucuna göre gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kamu ve özel sektör su işletmelerinin karşılaştırmalı performansı konusunda genel olarak işletmelerin kamuda olmasından kaynaklı verimsizlik kanıtlanamamıştır. Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Manila ve Cakarta gibi özelleştirme politikalarının uygulandığı farklı ülkelerin deneyimlerini bir arada değerlendiren araştırmalar, kamu ve özel sektör hizmet sunucuları arasında kayda değer bir fark saptayamamıştır. Hatta özel sektör işletmelerinin, sızıntı ve kaçak su kullanımı sorunu ile baş etmek konusunda kamu işletmelerinden daha kötü bir performans sergiledikleri ortaya çıkmıştır. Bu noktada su hizmetlerinin özelleştirilmesinin su sorununda tek çözüm olarak sunulmasının ve bu yönde geliştirilen politikaların yegane dayanağı olan verimlilik olgusu da çürütülmüş olmaktadır.

Özelleştirme yalnızca insanların demokratik çevre haklarını engellememekte, aynı zamanda çalışanları ve çalışma haklarını da etkilemektedir. Jeffrey Skilling, Enron Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı 1997’de bir endüstri konferansında açıkça “Maliyeti %50-60 oranında azaltmalısınız, işçilerden kurtulun; onlar işleri yüzüne gözüne bulaştırırlar” demiştir. Tüm dünya genelinde kamu sistemleri 1000 su bağlantısı başına beş ila on çalışan istihdam ederken özel şirketler iki ila üç çalışan istihdam etmektedir. Bunun yanında özel işletmeciler yerel ve yabancı çalışanları için ayrı ücret skalaları uygulamaktadır. Özel şirketlerin kâr amacıyla yürüttükleri su hizmetleri pek çok yerde iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmadığı, işçilerin çalışma koşulları ve hayatlarının hiçe sayıldığı örneklerde kendini açıkça göstermektedir.

Türkiye’de Durum

Ülkemizin ekonomik olarak kullanılabilen su miktarı, yıllık çekilebilen 12,2 km3 yeraltı suyu ve yıllık tüketilebilen 95 km3 yüzey suyu olmak üzere toplam 107,2 km3 tür. Kullanım amaçlarına göre suyun % 74’ü sulama suyu, % 16’sı içme-kullanma suyu, % 10’u ise endüstriyel kullanım suyu olarak değerlendirilmektedir. Kişi başına düşen su miktarı 1995 yılında 8500 m3 iken, 1990’da 3625 m3’e 2000’de 3250 m3’e gerilemiştir. 2025 yılında bu değerin 2186 m3’e kadar ineceği tahmin edilmektedir. UNEP’in Raporu’na göre dünya ortalaması 7000 m3 olarak belirlenmiş olup, Türkiye 2006 yılı itibarı ile kişi başına 1430 m3 tatlı su kaynağı ile düşük sınıfta yer almaktadır.

Su kaynaklarının yönetimi ve planlanmasına dair yaşanan sorunlar, son 10 yılda Dünya Bankası ve uluslararası su tekellerinin ülkemiz su yönetimini belirleyen ticari girişimleri, nüfus artışı, kentleşme ve sanayileşme olgularına bağlı olarak artan su tüketim değerleri dikkate alındığında, nicelik açısından yenilenebilir tatlı su kaynaklarında bir azalma ile karşı karşıya kalındığı açıktır. Bunun yanı sıra su kaynaklarında aşırı çekim sonucu sahil kesimlerinde yeraltı suyu tuzlanması, tarımsal faaliyetlerde kullanılan kimyasallar ile evsel, endüstriyel atıklar nedeniyle kirlenme yaşanmakta, su kaynaklarının nitelik açısından korunması gereği ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Uluslararası çevre hukuku, uluslararası sözleşmeler, ülkemizin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. Maddesi, “çevreyi geliştirmeyi, çevre sağlığını korumayı, herkesin eşit ve yeterli yaşam koşullarına sahip olmasını…” güvence altına almaktadır. Ancak en başta çevre ve su hakkını özel sektör işletmeciliği hakkı olarak sunan yeni anayasa taslağı olmak üzere su havzalarına yönelik bir dizi olumsuzluk içeren Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği, Maden Kanunu Uygulama Yönetmeliği, 2A ve 2B Alanlarının satışı ile ilgili düzenlemeler su kaynaklarımızın yok edilmesine hizmet etmektedir.

Diğer yandan ülkemizde son dönemde gündeme gelen, özellikle İstanbul ve Ankara’da su kaynaklarının tükenmesi yönünde kaygı yaratan en önemli sorun olarak küresel iklim değişikliği ön plana çıkarılmıştır. Büyük şehirlerin susuz kalmasının ve kuraklığın nedeni hükümet ve yerel yöneticiler tarafından küresel iklim değişikliğine bağlanmıştır. Oysa ülkemizin 8 – 10 yılda bir dönemsel ve bölgesel kuraklığa uğradığı yetkililerce dile getirilmekte; dünyada ve ülkemizde küresel iklim değişikliğini tetikleyecek birçok neden olduğuna dikkat çekilerek daha temkinli davranılması önerilmektedir. Örneğin Ankara’da yaşanan su sıkıntısının arka planında, şehrin uzun dönem su ihtiyacının hesaplamalarında kentin yeşillenmesi, araç sayısının geometrik hızla çoğalması, bahçeli ev sayılarındaki patlama, eğitimi ve kültür düzeyi yükselen toplumlarda su tüketiminin artma eğilimi vb. gibi koşullar yeterince değerlendirilmemesinin yanında şebekelerde % 50‘ye varan kayıplar ve mevcut içmesuyu havzalarında yeterli suyun depolanmayarak boşa akıtılması bulunmaktadır.

İstanbul‘da ise yasal olmayan, kontrolsüz yapılaşma ve sanayileşme ile kirletilen içmesuyu havzalarının İstanbul‘un su ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmesi ile birlikte 180 km uzaklıktaki Melen Çayı havzasından su getirme projesinin yapımına başlanılmıştır. GAP‘tan sonra ülkemizin en büyük projesi olarak tanımlanan proje, yüksek yatırım maliyetli olup Japon Hükümeti kredi kuruluşundan alınan krediler yardımıyla yürütülmektedir. Kredilerin geri ödemesi 2004 yılında başlamış ancak henüz proje tamamlanamamıştır. Diğer yandan İstanbul‘un acil su ihtiyacının karşılamak üzere İstanbul halkına yine yüksek su fatura bedellerine mal olacak deniz suyunun arıtılarak içmesuyu elde edilmesi projesi gündeme getirilmiştir.

Su Yönetiminde Yeni Yapılanmalar

Su hizmetlerinin kamu hizmeti olmaktan çıkarılması için ilk adım 1981 yılında çıkarılan 2560 sayılı İSKİ yasasının ile T.C. Maliye Bakanlığı’nın iznine bağlı olarak uluslararası kuruluşlara borçlanabilme olanağının da sağlanması olmuştur. Böylece su ve kanalizasyon sektöründe yeni bir idari yapılanma ortaya çıkmıştır.

Bu yeni yapılanmanın temel çizgisi şirketleştirme-özelleştirme kısaca suyun ticarileştirilmesi olarak adlandırılabilir. İSKİ yasasına tabi idarelerin, yasanın tanıdığı imkanı kullanarak Uluslararası Finans Piyasalarından kredi talep etmeleri ile kredi verecek kuruluşların ve özellikle Dünya Bankası’nın bir takım koşullarını da beraberinde getirmektedir. Finansman ihtiyacı içindeki idareler Kredi Kuruluşları ve Dünya Bankasınca dayatılan bu koşulları kabullenmekte, kredi anlaşmaları ve projelerle yeni bir kurumsal yapılanma içine girmektedirler.

Dış finansmana dayalı modelin uygulamaya konulması ile dünyanın en büyük su şirketleri Antalya belediye su işletmeciliği imtiyazına 10 yıllık süre ile el koymuştur. İzmit’te Yuvacık Barajı’nın işletme imtiyazı 16 yıllığına küresel bir şirkete devredilmiş, en son İzmit halkının susuz kalmasının yanında kamu kaynakları bu proje ile haksız şekilde şirkete akıtılmıştır. İstanbul’da, Adana’da, Bursa’da, Çeşme’de, Diyarbakır’da, Erzurum, Konya, Fethiye, Siirt, Sivas ve Van’da özellikle su kanalizasyon, arıtma, atık su projeleri çok uluslu şirketlerin oluşturduğu konsorsiyumlarla yürütülmektedir. Birçok belediye Dünya Bankası’nın, özel bankaların, çeşitli ülkelerin yatırım bankalarının fonlarını kullanarak atık su arıtma, içme suyu arıtma, su dağıtım sistemlerinin yenilenmesi, baraj inşaatı gibi projeleri çokuluslu tekeller aracılığı ile sürdürmektedir.

Bu yeni yapılanma sürecinde; nüfusu yüz binden düşük yerleşim yerlerinin alt yapı projelerini hayata geçiren Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü kapatılmış, öncelikle öz kaynaklarla bu hizmeti sürdüren İller Bankası, Dünya Bankası projeleri ile dış kaynaklara bağımlı hale getirilmiş, belediyelerin arkasındaki kamu finansmanını ortadan kaldıracak İller Bankası A.Ş. Kanun Taslağı hazırlanmış ve su hizmetlerinde kamu-özel ortaklığı çerçevesinde taşeronlaştırma politikası uygulanmaya başlanmıştır.

Dünya Bankası’nın Haziran 2006 tarihli Türkiye’de Su Yönetimi üzerine hazırladığı son raporunda sürdürülebilir su yönetimi ve gelecekteki su sorununun önüne geçilmesi için DSİ’nin sulama projelerinden vazgeçmesi önerisi yapılmıştır. Bu öneriler dikkate alındığında yakın bir gelecekte DSİ’nin bu fonksiyonunun da ortadan kalkacağı görülmektedir. Diğer taraftan halen DSİ Genel Müdürlüğünde Sulama Suyu Satış ve Dağıtımının özelleştirilerek özel sektöre devredilmesi çalışmaları sürdürülmektedir. Bu kapsamda öncelikle Diyarbakır - Silvan ve Balıkesir - Manyas sulama suyu özelleştirilmesinin altyapısı oluşturulmaktadır.

Diğer yandan Fırat, Dicle ve Kızılırmak olmak üzere 12'den fazla akarsuyun ve göletin kullanım hakkının 49 yıla kadar vadeler ile sulama amacıyla özel sektöre devri planlanmakta olup bu projenin sulama amacıyla sınırlı kalmayıp kısa süre içerisinde içmesuyu alanına da uzanacağı hükümet yetkilileri tarafından dile getirilmektedir. “Devletin boşa akan su kaynakları değerlendirme girişimi” olarak kamuoyuna yansıtılan proje, akarsuları metaya dönüştüren açık bir özelleştirme girişimidir. IMF ve Dünya Bankası borçları ödeyebilmek üzere yine bu kuruluşlarca dayatılan özelleştirme programına harfiyen uyan ve bu yolda orman ve mera alanlarını satılığa çıkaran zihniyet şimdi de akarsuları özel sektörün insafına terk etmektedir.

Sonuç Yerine

Temiz içilebilir suya erişim tüm dünya halklarının hakkıdır. Su yönetimi ile ilgili tüm politikalar; toplumun tamamının su kaynaklarına ulaşım hakkı olduğu ve su kaynaklarının kamu yararına uygun kullanımı temelinde oluşturulmalıdır. Herkesin ücretsiz, temiz su hakkı güvence altına alınmalıdır. Bu temelde Çevre Mühendisleri Odası’nın su kaynakları yönetimi üzerine görüş ve önerileri şunlardır;

• Su varlıklarının korunması ve gelecekteki ihtiyaçların karşılanması için, gerekli araç ve teknikler geliştirilmeli, bu noktada yeni bir bakış açısı öne çıkarılmalıdır.

• Ulusal ve yerel ölçekte, kamucu bir su politikası oluşturulmalıdır.

• Bireysel ve küresel ölçekte, eşitlikçi, doğa korumacı uluslararası bir su politikasının tesisinde Türkiye öncü ülke olmalıdır.

• Su varlıklarının korunması, geliştirilmesi, doğru ve planlı kullanımında, yasal düzenlemeler bilim ve toplum yararı ekseninde yapılmalıdır.
• Su politikası ve yönetiminde, görev ve yetki karmaşasını çözecek merkezi, yerel örgütlenmeler ve tüzel düzenlemeler, yeni bir anlayışla ele alınmalıdır.

• Mevcut su kaynakları, miktar ve kalite olarak korunmalı ve iyileştirilmelidir.

• Ülkemiz yeraltı ve yüzey suyu envanteri, kullanım ve tüketim senaryoları, kamusal bir bakışla ve katılımcı bir anlayışla yapılmalıdır.

• Hükümetler, ilgili kamu kurumları, üniversiteler ve meslek odaları ile işbirliğini, özellikle su konusunda acil ve öncelikli bir yaklaşım olarak ele almalıdır.

• Tarımda, sanayide ve konutlarda, suyun verimli kullanımına yönelik program ve projeler geliştirilmelidir.

• Su varlıklarının, atık sular, katı atıklar, tarımsal ilaç ve gübre kullanımı ile kirlenmesinin önüne geçilmeli, bu alanda proje ve yaptırımlar öncelikle tesis edilmelidir.

• İller Bankası ve DSİ Genel Müdürlüğü gibi kurumların, su politikaları ve su yönetimi alanındaki görev ve sorumlulukları yeniden tanımlanmalı, havza yönetimi temelinde yetkileri genişletilmelidir.

• Uluslararası su tekellerinin, kent ölçeğindeki su yönetimi politikalarına, bu alandaki projelerine karşı, kentsel su dağıtım şebekeleri ve arıtım sistemleri hemen kamulaştırılmalı, İller Bankası ve belediyeler eli ile yönetilmelidir.

Odamız, toplum ve kamu yararı eksenli politikaları hayata geçirmek, kamucu su politikasını ulusal, bölgesel ve kentsel düzeyde tesis edebilmek için bu alandaki çalışmalarını yoğunlaştırarak sürdürmeyi ve bu konuda yetkili makamları uyarmayı ve kamuoyunu bilgilendirmeyi kamusal sorumluluğu olarak görmektedir.


TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu

Çevre ve Mühendis 2007/Sayı: 28 "Su ve Havza Yönetimi" Sayısı

EKOLOJİSTLER.ORG


Devamı İçin Tıklayınız...>>
 
Clicky Web Analytics